Maddi-Manevi Rahatsızlıklar ve Yeni Mülahazalar

Perina

Banlı Kullanıcı
Katılım
7 Eki 2011
Mesajlar
795
Tepkime puanı
64
Yaş
51
MADDÎ-MANEVÎ RAHATSIZLIKLAR ve YENİ MÜLÂHAZALAR

Soru: İnsanlar üzerinde müessir önemli şahsiyetlerin çektikleri maddî-manevî sıkıntılarla, temsil ettikleri misyon arasında bir münasebet kurulabilir mi?

Cevap: Ortaya konulan hizmetler gibi hakkında çok sağlam düşünmemiz gereken bir mevzuyu, benim gibi insanların arızalı halleriyle irtibatlandırmak hizmetlere karşı saygısızlık olur diye düşünüyorum. Ama soruya, soru soran kişilere ve burada şu anda muhatabım bulunan insanlara hürmeten bir-iki cümle ile de olsa birşeyler söylemeye gayret edeyim.

Herkes bir yönüyle mahiyetinin ilâhî vâridâtlara açık olması, onlara karşı bir santral vazifesi görmesi sebebiyle, içinde bulunduğu maddî âlemden öte metafizik âlemle irtibatlıdır. Bir anlamda objektif delillerin sunulamayacağı böyle bir iddia, yakışıksız da kaçabilir ama insanın ilâhî vâridâtlara bir santral olduğu çokları tarafından ifade edilmiştir. Veya Allah’ın matmah-ı nazarı, kâinatın fihristi olduğu öteden beri söylenegelen ve “telâkki bi’l-ümmet”e mazhar olmuş bilgilerdendir. Şimdi; eğer insan maddî yapısı itibarıyla kâinatın bir fihristi ise -ki öyledir- onun maddî yapısından daha derin, daha engin olan ruhî yapısı da elbette kâinatla alâkalıdır. Dolayısıyla onun ruhî yapısı, hissî yapısı kâinattan koparılamaz. Hatta benim şahsî kanaatim, henüz bilmediği âlemlerle bile irtibatı vardır insanın. Yani Samanyolu dışındaki sistemlerle. Aksi halde rüyaları ne ile ve nasıl izah edeceksiniz Bakın, İnsanlığın İftihar Tablosu bir anda bütün kevn ü mekânı Erzurumluların ifadesi ile “elefend” edip geri dönüyor. Demek ki insanın ruhî yapısının enginliği, derinliği bizim idrak ve ihata sınırlarımızı aşan bir hüviyettedir. Onun tahayyüller üstü, tasavvurlar üstü çeşitli âlemlerle irtibatı vardır.

Şimdi, madem ki ruhî yapısı itibarıyla insan budur, bu insanın hizmet içinde temsil etmiş olduğu misyon itibarıyla kâinat ve kâinatta cereyan eden hadiselerle elbette irtibatı daha farklıdır. Mesela hadis-i şerifte Allah Rasulü (s.a.s) semada ve arzda kendisine hüsn-ü kabul vaz’ edilen insanlardan bahsediyor. Bu insanları sırasıyla Allah seviyor, Allah’ın emriyle Cebrail seviyor, melekler seviyor, ruhanîler seviyor ve yeryüzünde insanlar seviyor. Burada mevzumuzla alâkalı olan nokta, bu insanların seviliyor olmasıdır. Ayrıca bir de insanın sevildiğini hissetmesi vardır ki, bu da çok önemlidir. Yoksa tavşan dağa aşık olmuş veya küsmüş, dağın haberi yok. Bu bir mânâ ifade etmez. Dikkat edilirse, burada insan vicdanı çok geniş bir dairede cereyan eden alâkayı hissediyor. İşte bu hissetme, ruhun kâinatla olan irtibatı neticesi gerçekleşiyordur. Biz buna daha önceleri vicdan mekanizması adını vermiştik.

Evet, başta peygamberler olmak üzere, Hakk’ın nice mükerrem ibâdı, gökte ve yerde kendileriyle alâkadar olan hadiseler karşısında duyarlı olmuşlardır. Gün gelmiş -hadisenin cinsine göre- hastalanmışlar, gün gelmiş hapishanelere atılmışlardır. Meselâ; 6-7 Eylül hadiseleri olduğu sırada Barla’da hiçbir şeyden habersiz, sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman Hazretleri heyecan ve helecan içinde içeri girip dışarı çıkıyor. Halbuki o hadiselerde tam anlamıyla bir fecaî ve fezaî yaşanmıştı. Merhum Fatin Rüşdü Zorlu yanlış hatırlamıyorsam Kemal Zeytinoğlu’na “orada azıcık Rumlara karşı bir baskı yaparsanız, burada bizim pazarlık gücümüz artabilir” der. Bizimkiler de vur deyince öldür anlar ve Rumların dükkanlarının vitrinlerini kırar, kumaşlar denize atılır, arabalar yakılır... vs. Bu hadise kendi ayakları üzerine yeni yeni dikilmeye başlayan Türkiye’nin başına çok şeyler getirebilirdi. Meselâ, bir ABD ambargosu devreye girebilir, Yunanlılarla savaş olabilir, Askeriye 60’larda yaptığı ihtilali o dönemde yapabilirdi. Ve Üstad bu hadiseyi veya bunun sebebiyet verebileceği neticeleri vicdanında sezdiğinden dolayı heyecandan çatlayacak hale geliyor.

Sizin estağfirullah diyeceğinizi biliyorum ama gene de söyleyeceğim; ben insan yerine konamam ama 71 ihtilali öncesi bu türlü şeyleri ben de vicdanımda sezdim. O dönemde gençliğimin verdiği bir güç ile şok hadiseleri bastırabilecek iradî bir gücüm olmasına rağmen, deliye döndüğümü, hafakanların beni benden aldığını bugün bile hatırlıyorum. Öyle ki, alınması gerekli olan hiçbir tedbir bana yeterli gelmiyor ve bir oraya, bir buraya talimatlar yağdırıyordum.

80 ihtilali öncesi de aynı. Küçük tansiyonum 11-12’lere fırlıyor, önce kalb, ardında disk kayması zuhur ediyordu.

Şimdi ruhumuzun kâinatta cereyan edecek olan hadiseleri önceden sezmesi, aslında bizim büyüklüğümüzü değil, Allah’ın rahmetinin enginliğini gösterir. Alâkadar olduğunuz kudsî dairenin hatırına size önceden sinyal veriyor Rabbim. Bunu öyle değerlendirmek lazım ve sadakat sadakası ile bunu karşılayıp şükranlarımızı Rabbimize arzetmek lazım. Şahsen ben, benimle ilgili bu meseleleri bu şekilde yorumluyorum.

-Bu türlü sezişler hep sıkıntı, ızdırap şeklinde mi tecelli eder?

Hayır, bazen müsbet olaylar da olabilir ve onların sezişi de inşirah şeklinde kendini gösterir. Meselâ bir çocuk gibi, önümüze gelen her şeyi parçalamak-dağıtmak isteyebiliriz. Fakat Allah (c.c) laubâliliği sevmediğinden dolayı, bu türlü durumlarda, hemen kendimize gelmeli, Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini hatırlayarak temkine, teyakkuza geçmeliyiz. Çünkü, Allah’ın nimetlerini yâd edip tahdis-i nimet mülâhazasıyla iki büklüm olacağımız yerde, sanki bunlar bizden kaynaklanıyormuş gibi coşmak, şımarmak ilk önce Rabbimize karşı saygısızlıktır. Burada hemen yapılacak şey Allah’a sığınmaktır. İstiğfar edip ma’siyetin önünü kesmek, tazarru ve niyazda bulunup meyelan-ı hayra güç ve kuvvet kazandırmaktır. Hasılı biz temkin, irade ve şuur insanıyız. Her hal ü kârda bunları hayatımıza mâl etmeliyiz.

- İnsan bu haliyle beşerî normların üstünde midir?

Onu çok bilemeyeceğim. Zira insan, himmetinin ölçüsüne, büyüklüğüne-küçüklüğüne, derinliğine-sığlığına göre değerlendirilir. Meselâ, bir insan vardır ki sadece kendini düşünür. Nefsi adına meknî hiçbir şey kalmasın ister. Hatta Zât-ı Ulûhiyet’in bütün esrarı sadece kendine münceli olsun arzu eder. Bu tek başına bir insandır. İbn-i Beşiş gibi. Fakat bir de insan vardır ki doğduğu andan itibaren toplumun hemen her kesimine, her ünitesine açıktır. İlahiyatçılarla ayrı, halkla ayrı, askeriye ile ayrı bir münasebet içindedir. Himmeti çok âlidir. Küllî bir ruha sahiptir ve bu yönüyle o, toplumun tüm katmanlarına sirayet yolları arar-araştırır ve bulur. Hani Üstad’ın verdiği misal içinde, bir köy, şehir, kasaba, belde, vilayet, ülke ölçüsünde düşünen insanlara nisbeten, dünya çapında düşünen insan çok daha engindir. İşte Hz. Muhammed (s.a.s) ve sırasıyla diğerleri. Allah Rasûlü (s.a.s) insanları bırakın, cinlerin, meleklerin, ruhanîlerin dahi ızdırabını çeker. Melekler niye birinci kat semada, ruhlar niye başka yerde değil de sema-i dünyada pervaz ediyor, bunları düşünür ve üzülür. Hz. İbrahim, Kur’ân’ın ifadesiyle tek başına bir ümmet ve himmeti o denli engin. Hz. Musa, Hz. İsa.. ve diğerleri. Hz. Ebu Bekir, “Vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi sadece ben doldurayım” Hz. Bediüzzaman “Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım”, Fuzûlî “Bir an belâ-yı dertten eyleme cüda beni” ve daha nice misaller.

Fakat bu bir duyma ve isteme meselesidir. İnsanın ilk yaratılışta potansiyel olarak konulmuş bulunan başta hemcinsine olmak üzere, bütün mahlûkâta karşı alâka duyma hissinin işletilme, geliştirilme meselesidir. Ve bu Allah’ın fazlıdır. Cenâb-ı Hakk, bu fazlını dilediği insana lütfeder. Buna ulaşan insan, kilometrelerce ötede, Çin Seddi’nde İslâm’ın kaderini alâkadar eden bir hadiseyi vicdanında duyabilir. Zaten temsil ettiği misyon onu duymayı gerektiriyordur. Allah da ona göre onu donatmıştır. Nasıl ki Allah Rasulü’nün kalbindeki lümme-i şeytaniye bir ameliyât-ı cerrahiye ile atılmıştır. Aslında bu, ileride eda edeceği vazifeye ait bir donanımdır. Kalb-i pâk-i Muhammedî’nin dünya ile olan alâkasının kesilip atılmasıdır. Ve Efendimiz bu manevî ameliyattan sonra tamamıyle uhrevîleşmiştir. Mesela bu çizgide İmam Rabbanî’nin “Nefsim itibarıyla kendime hiçbir zaman eşek nazarıyle bakmadım” sözü veya Bediüzzaman’ın “Nefis cümleden ednâ, vazife cümleden âlâ”, “Hem deme ki: ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir.’ Zira temessül etmediğinden mazhar değil, memerr olursun” ve “Allah bu dini facir bir adamın eliyle dahi te’yid eder, o halde sen kendini o racul-i fâcir bilmelisin” sözleri misal olarak verilebilir.

- Bu seviyede bulunan bir insan kazanmaya mı, kaybetmeye mi daha yakındır?

Böyle zirvelerde bulunmak hem kazanmaya, hem de kaybetmeye açıktır. Yani bu insanlar arkalarında ne kadar insana ışık tutmuş, ne kadar insana müdahil olmuş ve bu himmetlerini ne kadar iyi kullanmışlarsa, o derece kazanabilirler. Fakat bunlar aynı zamanda tehlikeli zeminlerde dolaşırlar.. ciddi tehlikelerle karşı karşıyadırlar ve kaybedebilirler de. Çünkü bana göre böylesi kişilere verilen kin, nefret, öfke, şehvet vs. gibi duygular beşerî normların çok çok üstündedir. Dolayısıyla bu kişiler, nefis terbiyesini iyi yapamaz, iyi ayarlayamazlarsa hezeyan ve çılgınlıklar içine düşebilir. Hatta iyi ve yerinde kullanılamayan bu duygular onları delirtebilir. Fakat yine bu insanlar samimi ve yürekten olur, ihlâslı davranırlarsa Cenâb-ı Hakk onları ekstradan bir koruma altına alabilir. Kur’ân’ın Efendimiz (s.a.s) için söylediği “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Maide, 5/67) âyeti bunun bir delilidir. Bu âyet-i kerimeyi sadece bedene gelebilecek bir kısım tehlikelerden Allah’ın muhafaza etmesi şeklinde anlamak ilâhî inayeti çok dar görme demektir. Onu insanın mahiyetine konulan duyguları, işin içine katarak, bütün yönleriyle korunması, hıfz-ı İlâhi içinde bulunması şeklinde yorumlamak herhalde âyetin ruhuna daha muvafıktır.

Netice itibarıyla; başkalarının ayağına dikenin battığı yerde, sînelerine matkaplar salınan bu insanlar, kaybetmeye de kazanmaya da çok yakındır.

Fethullah Gülen
 
Üst