Şifacı Kadınların Öyküsü

Elfangel

Kayıtlı Üye
Katılım
29 Ara 2009
Mesajlar
938
Tepkime puanı
354
Şifacı Kadınların Öyküsü

ABD’li psikoloji profesörü Jeanne Achterberg’in 1990’da yayımlanan “Women as Healer” kitabı 19 yıl sonra “Kadın Şifacılar” adıyla Everest Yayınları tarafından Türkçe’de yayımlandı. Achterberg kitabında, Batılı kadınların şifacılık geçmişlerini, tıp tarihindeki konumlarını, şifacı kadınların cadılıkla suçlanmasını, nasıl erkeklerin kontrolü altına girdiklerini inceliyor ve günümüzde dişil değerlerin modern tıbbın bir parçası olması gerektiğini savunuyor. İşte sadece Batılı değil, Osmanlı ve Türk şifacı kadınlarının sıra dışı öyküleri…

“Hekim Hanımlar: İstanbul’da eskiden hekimlik yapanlardan başka ilaç tertibiyle uğraşan ‘hekim hanımlar’ vardı. Sayıları azdı, herkesçe bilinirlerdi. Sarayda bile her ihtimale karşı bir hekim hanım bulundurulurdu. Bu hanımlar mesleklerini annelerinden öğrenirdi. Sarayda oturmaları için ev ve eşya verilirdi. Senelik maaşları vardı. Dışarıdan başvuranlara da giderlerdi. Hastanın evinde odalardan birine keçeden çadır, bir çeşit oba kurarlardı. Hasta sıkı perhize sokulur, 40 gün birkaç saat bu çadırda oturtulurdu. Sadece kendilerinin bildikleri bir tütsü yakar, ayrıca ağızdan da bazı ilaçlar vererek tedavi ederlerdi”

Bu satırlar 1850’de doğan Abdülaziz Bey’in, “Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri” adlı kitabından. Aslında çok da uzak olmayan bir geçmişe ait Osmanlı hayatını anlatan Abdülaziz Bey, uzun kitabına “Bir çocuğun doğumundan önce ve sonra yapılan işler ve uyulan adetler” başlıklı bölümle başlar. Bu bölümde ve kitabın sonlarına doğru yeralan “sağlık” bölümünde şifacı kadınlardan ve ebelerden söz eder. “Kocakarı ilaçları”nın bazılarını över, ancak yine de modern tıp eğitimi görmüş doktorlara olan sempatisi hissedilir. Abdülaziz Bey’in tam da Osmanlı modernleşme sürecinde yaşamış olduğu düşünüldüğünde aslında bu tavrı şaşırtıcı değildir. Çünkü sadece Osmanlı’da değil, bütün dünyada, özellikle aydınlanma çağı sonrasında kadınlar tıp alanından uzaklaştırıldı. Öncesinde şifacı kadınların nasıl bir takibe uğradıklarını, 19 yıl önce yayımlanan “Kadın Şifacılar” kitabında Jeanne Achterberg ayrıntılarıyla anlatıyor.

“Öldükten sonra yaşadıklarını hiç kimse bilmez”
Achterberg, kadınların tarih öncesi dönemlerde “eczacılık, yönlendirme ve ritüel”i birleştiren şifacılar olarak insanları iyileştirmelerinin izini ilk olarak M.Ö. 7500’lere dek giden Sümer uygarlığında buluyor. “Batı’nın şifa sistemlerinin ebeveynleri” olarak tanımladığı Sümerlerde, M.Ö. 1000’lerde uygarlık çökene dek kadın “kendisine zevk veren, doğumla mutlu olan ve vücudu ayın dönümleriyle dans eden, egemen, yüce bir tanrıydı”. Gücünü “Göklerin ve Yeryüzünün Kraliçesi, Akşamın Hanımefendisi, Sabah Yıldızı”, sevgi, şefkat ve doğum üçlüsüne sahip Tanrıça İnanna’dan ve “Göklerin Kraliçesi” Tanrıça İştar’dan alıyordu. Ölümlü kadınlar Tanrıça İnanna ve Tanrıça İştar’dan aldıkları bilgelikle şifa dağıtıyorlardı. Ancak zamanla Tanrıçaların imgeleri değiştirildi ve kadınlar şifacılıktan uzaklaştırıldı. Örneğin M.Ö. 2000’lerde yazılmış Gılgamış Destanı’nda İştar artık tehlikeli, yırtıcı ve uçarıdır.
Sadece Sümer Tanrıçaları değil, örneğin çocukları ve kadınları gözeten Demeter, hasta dişleri ve gözleri sağaltan Persephone, kısırlık sorunları için tapınılan Genetyllis, çocuk hastalıklarının uzmanı Hekate, körlüğü iyileştiren Athena, zehirler ve panzehirler üzerine bilgili olan Medea ve Kirke, cerrah Leto ve tanrıların ebesi Eilithyia gibi Antik Yunan Tanrıçalarının imgeleri de değiştirildi. Oysa modern Batı tıbbının babaları sayılan Yunan doktorlar bitkilere ve ameliyat tekniklerine dair bilgilerini kadınlardan öğrenmişti. Örneğin tıbbı simgeleyen yılan dolanmış asaya, doktor Tanrı Aesklepios’un ailesindeki kadınların hepsi sahipti. M.Ö. 7. yüzyıldan önce bu kadınlar seramiklerde, heykellerde ve fresklerde şifacılığı yalnız başlarına uygularken resmediliyorlardı. Oysa sonrasında babalarının yanında, ona yardım ederken, asistan olarak gösterilmeye başlandılar. İmgelerin değiştirilmesi o kadar ileri gitti ki, kadınların bizzat yazdığı tıp kitapları dahi sonradan erkeklere atfedildi. Örneğin Kleopatra adında bir kadının yazdığı, 1500 yıl boyunca temel bilgi kitabı olarak kullanılan jinekoloji kitabı veya Metrodora adında bir kadının rahim, mide ve böbrek hastalıklarının iyileştirilmesine dair yazdığı kitaplar… Bu durum Roma İmparatorluğu’nda da benzerdi. M.S. ilk yüzyıllarda kadınlar ebelik ve şifacılık yapıyordu ancak Baba Plinius, kadınların şifacılıkta sessiz olması ve göze çarpmaması gerektiğini belirtiyordu; ki böylece “öldükten sonra yaşadıklarını hiç kimse bilmez”.

“Cadı”,“ebe” ve “şifacı”
Şifacı kadın imgesinin zedelenmesi elbette zaman içinde bu kadınlara saygının azalmasına sebep oldu. Yine de kadınlar halk arasında şifacılık yapmaya devam ettiler, ancak Hıristiyanlık ve kilise güç kazandıktan sonra şifacı kadınlar üzerindeki denetim artırıldı ve 14. yüzyılda başlayan ve 17. yüzyılın sonlarına dek süren “cadı avları”nın hedefi haline geldiler. İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Fatmagül Berktay, kadınların tıp biliminin nasıl dışında bırakıldıklarını feminist bir açıdan ele alan “Cadılar, Büyücüler ve Hemşireler” kitabına yazdığı sonsözde, etimolojik ve tarihsel olarak Batı’da “kadın”, “cadı”, “ebe” ve “şifa verici” kelimelerinin birbiriyle bağlantılı olduğunu belirtiyor. Avrupa’da tıp 14. ve 17. yüzyıllar arasında erkek egemenliğindeki bir meslek hâline geldi ve kadınlar tıp eğitiminden uzun süre dışlandılar.

Jeanne Achterberg, kitabında bu süreci de ayrıntılı olarak anlatıyor. Bilge kadınlardan, cadılara, hemşirelerden ebelere kadınların hikâyelerine yer veriyor ve ABD’de sağlık sektöründe çalışanların yüzde 80’inin kadın olduğu hâlde neden hâlâ çoğunun erkek doktorların hâkimiyeti altında çalıştıklarını sorguluyor. Şifacı kadınların hikâyelerinden önce benzer bir sorgulamayı Türkiye için yaparsak durum hiç de iç açıcı değil. Mart 2008’de yayınlanan, YÖK, DPT ve Sağlık Bakanlığı’nın hazırladığı “Türkiye Sağlık İnsangücü Durum Raporu”na göre Türkiye`de 103 bin 177 hekim aktif olarak çalışıyor. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gültaç Özbay, bunların sadece yaklaşık yüzde 20‘sinin kadın doktorlardan oluştuğunu belirtiyor. Raporda ayrıca Türkiye`de 92 bin 509 hemşire ve 46 bin 172 ebenin aktif olarak çalıştığı yer alıyor. Sağlık-Sen sendikasından alığımız bilgiye göre hemşirelerin yaklaşık yüzde 5’i erkek. Yani kadınlar sağlık sektöründe büyük oranda erkeklerin yönetimi altında çalışıyor. Kadınların genellikle “yardımcılık” ve “asistanlık” seviyesine indirgenmiş pozisyonlarını sorgulamalarının yolu ise kuşkusuz, öncelikle tarih boyunca sahip oldukları “şifacılık” yeteneklerini yeniden keşfetmelerinden geçiyor.

Kocakarı ilaçları ve Osmanlı’da hekim kadınlar

Günümüzde hayatın her alanında doğal olana dönüş eğilimi, hastalıklar için bitkilerin kullanılmasını da beraberinde getirdi. Bitkilerden gelen sağlık bugün neredeyse büyük bir endüstri h^üline geldi, ancak ülkemizde üzerinde pek durmadığımız bir nokta, uzmanların tavsiye ettiği veya aktarlardan aldığımız bitki karışımlarının kültürümüzde “kocakarı ilaçları” olarak adlandırılması. Bu tanım kuşkusuz sadece Batı’da değil, Doğu’da da, hatta yaşadığımız topraklarda kadınların bir zamanlar şifa dağıttığını gösteriyor. Bu alanda henüz akademik araştırmalar yapılmadı, ancak 1850’de doğan Abdülaziz Bey’in, “Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri” kitabında ipuçları elde edilebiliyor. Abdülaziz Bey “İstanbul’da eskiden hastaları tedavi eden” kadınların mesleklerini annelerinden öğrendiklerini belirtiyor. Kırbacılar, alazcılar, kelci kadınlar, korku damarına basıcılar, kurşun dökücüler, parpıcılar, karışmış faniler olarak sınıflara ayrıldığını ekliyor ve özellikle ayrı bir sınıf olarak anlattığı, yazının girişinde ayrıntısı yer alan “Hekim Hanımlar”ı övüyor. İşte bazı ayrıntılar:

* Kırbacı Kadınlar: Karnı şişen ve ishale tutulan çocuklara “kırba olmuş” denir, kırbacı kadınlardan birine götürülürdü. Bu kadınlar İstanbul’da Bozboğan Kemeri civarı ile Aksaray’da bulunurlardı.
* Alazcı Kadınlar: Bunlar çoğunlukla çocukların yanaklarında görülen, kadınların alaz dedikleri, kaşıntılı ve kabuklu bir cins egzama ile uğraşırlardı. İstanbul’da alazcı kadınların evlerini herkes bilirdi.
* Kelci Kadınlar: Başta görülen bir çeşit egzama olan kel hastalığını Musevi kelci kadınlar tedavi ederdi. Sonraları bu işi yapan Müslüman kadınlar da çıkmıştı. Kelci kadınların çoğu ebe idi.
*Korku Damarına Basıcılar: Hepsi yaşlı kadınlardı. Bir kadın veya bir çocuk bir şeyden korkarsa bu kadınlara gidilirdi.
* Kurşun Dökücüler: Yaşlı kadınlardı, evlerine gidilir ya da eve getirilirlerdi. Bu adet çok yaygındı. Çocuklar gece uyumaz, uykuda sıçrarsa, nöbet gelirse, kırıklıkları varsa, yaşlı kadınlar sık sık esnerse, gerinirse, baş ağrısı, bulantı, sebepsiz iç sıkıntısı varsa “nazar değmiş” denir, bu kadınlara başvurulurdu.

Kadın Şamanlar

Prof. Dr. Fuzuli Bayat, “Türk Şamanlığı” kitabında “Şaman”ı şöyle tanımlıyor: “Ezoterik bilgilerin taşıyıcısı, psikolojik ve ekolojik dengenin koruyucusu, görünen ve görünmeyen dünyaların ilişkilendiricisi, ruhların yönlendiricisi ve yetenekli bir tabip.” Şamanlık, göçebe topluluklarda, özellikle avla ve toplamayla geçimini sağlayan toplumlarda gelişmiş. Bayat, kadın şamanın, “mitolojik ana” düşüncesine bağlı olduğunu, ilk şamanın ateşi koruyan kadın olduğunu belirtiyor. Prof. Bayat, Altaylı ve Yakut şamanları ile yaptığı görüşmeler sonucunda günümüzde dahi kadın şamanların erkek şamanlardan güçlü olduğunu gözlemlemiş. Şamanlık, ortaya çıktığı ilk dönemlerde kadınların hâkimiyetinde olsa da, demirin keşfi ve avcılığın erkek sanatı olarak gelişmesi sebebiyle zamanla erkek egemenliği altına alınıyor. “Kadın Şifacılar”ın yazarı Jeanne Achterberg’in, Batıda hekimlik mesleğinin zamanla erkek egemenliğine girmesinde demirin keşfi ve avcılığın gelişmesinin önemini benzer şekilde vurgulaması özellikle anlamlı.

Gaziantep Üniversitesi öğretim üyesi Doç Dr. Ruhi Ersoy’un 2006 tarihli “Kadın Kamlar’dan Göçerevli Türkmenler’de ‘Ebelik’ Kurumu’na Dönüşüm” makalesi ise şamanlık geleneğini günümüze bağlıyor. Ersoy, kadın şamanlar yerini erkek şamanlara bıraksa da kimliklerini kaybetmediklerini, çeşitli kadın kimliklerine devrettiklerini söylüyor. Ersoy’a göre ebelik de yapan kadın şamanların bu kimliğini ebelik kurumu üstlenmiş. Ebeler sadece doğumla ilgili faaliyetlerde değil, cenaze ile ilgili hazırlıklarda da önemli rol üstlenmiş. Örneğin Ulaşlı Türkmenleri’nin yağmur dualarında ve diğer bereket törenlerinde bulunmuşlar, doğuma ek olarak çocuk ve hamileler için çeşitli tılsımlar yapmışlar. Ersoy günümüzde dahi Türkmen kadınlarının hastalandıklarında doktor değil ebeleri çağırdıklarını vurguluyor. Ersoy’un çalışmasında yer alan, Sivas’tan 2005 yılında derlenen, 72 yaşındaki Zehra Cellat’a ait bir sözlü tarih çalışması ise, günümüzde kadın şifacıların durumu hakkında önemli ipuçları sunuyor:

“Hep gelirler, benim köyde de sözüm geçer. Benim gızımın damadı (hemi de görümümün torunu) Osman’ın ayağının baş barmağı gırılmış. Ta şu diz gapağına gadar alçıya almışlar. Geldi, “Ana ben duramıyorum” dedi. “Aman oğlum, sök at.” dedim. Söktük attık, tekrar ben sardım eyi oldu. Üzüm sarsan bile gırıh şişer, o şişmeden gorhma. Sonra datlı datlı gicişir.
Ben köyümde sayılırdım, sevülürdüm, şindi Sivas’ta bile sayılır sevülürüm. Burada bile sınıhçı arıyanlar sora sora buluyollar. Amma şindiki adamlar değişti. Gider birisi seni ele verir, çekiniyorum. Bahmıya da gorhuyorum. Amma bana güvenen insanlar gine geliyor. Geçen gün biri söylemiş; bir garı, ahşam ezeninden sonra geldi. “Bizi Cengiz Efendi saldı.” dedi. Cengiz benim ahrabam. “O, bu işleri biliyor; ona gidin” demiş, bana salmış. Garı geldi; bahdım, omuzu çıhmış; yerine getirdim, getti. Zaten, “Bana güvencin yohsa dohtura get gızım. Ben elimi sürmem” dedim. Bana ne, niye başıma iş açıyım. Şindiki insanlar inanmıyor, böyükleri de bir şeye dutmuyorlar. Şindi o devürler öldüüü... Eskiden inanır güvenirlerdi. İnsanlarda çıban çıhardı, ya lohum sarardıh, ya soğanı közler sarardıh; o çıban patlardı, irin ahar giderdi, eyi olurdu. Şindi insanlara güvenemiyorum, yalan yok şindi! Gine de bahıyorum, bahmadıh değilüm emme “Dohtura gedin” diyorum. Yahınıma, güvendiğim adama da bahıyorum. Torunumun gızının golu dirseğinden çıhmış. Bunlar nasıl, Allah etmiye heyecanlanmışlar, ölüyollar, dedim ki “Gızım bir bahıyım” dedim. “Bi şey yoh ne var ki yalan söylüyollar.” dedim, elime aldım, çekdim, yerine getirdim. Gız, “Babannnee golum eyolduuu!” dedi. Bütün oynah yerler çıhar, bu diz gapah bile çıhar; altına su girer, kireç bağlar, yer yapar. O zaman ayna kemiğini avuçlayıp dutuyorum, galdırıyorum, ayağı oynatıp yerine getiriyorum.

Alıntı
 

gümüş

Kayıtlı Üye
Katılım
11 Kas 2010
Mesajlar
1,683
Tepkime puanı
252
Çocukluktan hayal meyal anımsadığım bir nine vardı, oturduğumuz mahallede.

Annemin arkadaşlarından birisi karın ağrısı galiba defalarca ameliyat olmuştu. Bize misafir geldiği bir gün nine de bizdeydi ve onu dinlerken göbeğin düşmüştür senin dedi. Annemden hatırladığım kadar sabun ve ılık su istedi. A. teyze uzandı, nine de göbeğini çekti, hadi geçmiş olsun diyerek. A. teyze bir daha ameliyat olmak zorunda kalmadi.
 
Üst