Kadim Sufiler ve Sufizm

Elfangel

Kayıtlı Üye
Katılım
29 Ara 2009
Mesajlar
938
Tepkime puanı
354
Bu konu başlığı altında,yerleşik bir kanıyı sorgulamak istiyorum.Belki çoğumuzun ilk defa duyacağı,ancak tarihsel verilerle doğrulanmış,tasavvuf anlayışının evrenselleşmesine katkısı olan bu realiteyi benimsemek ilk başlarda biraz zor olabilir;ancak beklentim,okuyanların üzerinde biraz düşünmeleri yönündedir.

İslam sufîleri ve mistikleri hakkında önümüze konulan yazıların ve kaynakların hemen hepsinde maalesef ciddi ve kasıtlı yapılmış yanlışlıklar, önemli mantık hataları ve tarihsel gerçekleri gizleme çabaları vardır. Örneğin Hicaz sufîlerinin kökeni İslam’dan çok eskiye dayanır. Yün elbiseler giydikleri, yoksul oldukları doğrudur. Ancak İslam’ın Medine’ye gelmesinden sonra kendilerine yakıştırılan ‘Ashâb-ı Suffe’ nitelemesi de, peygamber tarafından yetiştirildikleri de yanlıştır. Hem sonra neden bütün İslam cemaatinden ayrı ve diğerlerinden ciddi biçimde farklı bir ‘eğitim’e tâbi tutulmuş olsunlar ki?

Wikipedia’da dahi sufîlik için “İslam inancında Allaha ulaşma yollarından biridir” deniyor. Oysaki İslam’ın özellikle de ilk yıllarında öylesine bir ayrı-gayrılık yoktur; aksine birleştirme çabaları sürdürülmektedir, öngörülen yol da tektir. “Kuran okurlardı” deniyor… Sufîler de diğer mistikler gibi her dönemde, bütün öğretilere saygı duymuşlar; erişebilecekleri her inancı öğrenmeye çalışmışlardır. Tevrat’ı da okurlardı, İncil’i de, Kuran’ı da ve bütün Uzakdoğu inançlarını da bilirlerdi. Örnek vermek gerekirse, bütün bunları Yesevî de bilirdi, Mevlâna da, Hallâc da. Bilmeden nasıl kıyaslayabileceklerdi ve akıl yürütebileceklerdi ki…

Peygamberin onları sık sık ziyarete gittiği doğrudur, ama onların peygambere gelip İslam hakkında bir şeyler öğrendiklerine dair ciddi bir kayda rastlayamazsınız. Kaldı ki İslamiyet’in ilk yıllarında, yani tüm diğer inanç sahipleriyle (putperestler, Musevîler, Hıristiyanlar, Sabiîler... ile birlikte) barış içinde ‘birarada yürüme’ (mümaşaât) döneminde ilgi ve kısmen de itibar görmüşler; ama Medine İslam Birliği’nin kurulması, özellikle de İslam’ın Arap Yarımadası’na bütünüyle hâkim olması sürecinde sayıları hızla azalmış, sonunda da tamamen yok olmuşlardır.

Sufîliğin İslam’ dünyası içerisinde ciddi biçimde yeniden ortaya çıkışı ancak dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve onuncu yüzyılın başlarında, çok inançlı bir geleneğe sahip ve Araplara göre çok daha hoşgörülü olan Türk toplumları içerisinde olmuştur (Horasan, Buhara, Taşkent ve Semerkant’ta). Oradan da İran’a geçmiş, ama Arap Yarımadası’nın, şer’î hukukun katı biçimde hâkim olduğu hoşgörüsüz ortamında birkaç münferit filizlenme dışında ciddî biçimde kök salabilmesi bir daha mümkün olamamıştır. Çünkü o, Doğu’dan yükselen bir ışıktı… Zaten bugün de sufîlik ve tasavvuf düşüncesindeki Şaman, Hindu, Taocu, Budist, Zen ve hattâ eski Mısır inançlarının etkileri inkâr edilememektedir. Bunun bir nedeni de mistikliğin gerçekte durağan değil de ‘sürekli bir arayış’ olmasındandır. Öyle ki, Hallâc-ı Mansûr dahil, çok az sayıdaki Arap kökenli sufî de yaşamlarının önemli bir bölümünü daha çok Türkler’in ve Acemler’in arasında geçirmişlerdir. Yani kimilerinin iddia ettiği gibi, tasavvufun gerçekleri peygamber tarafından Sufîlere verilmemiş, aksine 2,5 ile 3 asır sonra kadim sufî geleneğinden İslam’a bir şeyler aktarılmıştır. Dediğimiz gibi, peygamberden kaynaklanan özel bir eğitim biçimi veya tercih edilen bir yol olsa, neden İslam’ cemaatinin tümüne değil de sadece sufîlere verilmiş olsun ve sonra da onlara sahip çıkılmamış olunsun ki…

O dönemde, putperestlerin yönetimindeki Mekke’de önemli sayılabilecek bir sufî komünü ya da yerleşimi yoktu. Daha çok dağınık olarak, bir kısmı da inanç farklılıklarının fazla önemsenmediği bir ticaret merkezi olan Medine’de yaşıyorlardı. Müslümanlar, adına ‘hicret’ denilen zorunlu ayrılıştan sonra, önce bir süreliğine Taif’e yerleşip ardından Medine’ye göçettiklerinde sufîleri orada buldular. Hicret topu topu 70 kişiyle yapılmış bir şehirlerarası göç ve yeniden iskân edilme hadisesi idi. Medine emirinin daveti üzerine, onun emrine, koruma ve güvenlik gücü olarak girmeyi gönüllü ama biraz da içinde bulundukları elverişsiz koşullar nedeniyle zorunlu olarak kabul eden müslümanların toplam sayısı o kadardı. Ama o sırada Medine’de 400 civarında, hemen hemen tamamı erkek olan bir sufî topluluğu yaşıyordu.

Hicaz sufîlerinin kendi hallerinde, hiçbir biçimde şiddet uygulamayan, inançlarını yaymak için aslâ zor kullanımına başvurmayan, ‘fakir’ benzeri yaşamları olan, gizli değil ama ‘kapalı’ bir topluluk oldukları kayıtlara geçmiştir. Yaz – kış yünlü giyerlerdi ve böyle bir gelenek ne İslam’ öncesi ne de İslam’ın yaygınlaşıp egemen olduktan sonraki inanç topluluklarında görülmemişti.

Tasavvuf ehlinin ve bütün sufîlerin sadece kendilerini değil farklı görüşlerden de olsalar tüm insanlığı düşünmeleri; vahyin sadece peygamberlere değil, tüm insanlara gelebileceğini öngörmeleri; din kurucusunun aksine hiç birisinin eline silah almaması; aklın ve bilginin ötesine geçilmedikçe hakikate erişilemeyeceğini öngörmeleri; tefekküre öncelik ve meditasyona önem vererek bu sayede içsel arınmanın gerçekleşebileceğini kabul etmeleri… gibi hususlar, skolastik İslam’ inanç ve anlayışıyla aralarındaki ciddi ayrılık noktalarını oluşturmaktadır. Zaten, İslam’ inancı içinde serpilip gelişebilen tasavvuf ehli düşünürler, şeriatçı din adamlarınca sürekli horlanmış ve küçük görülmüş, kitapları yakılmış, sürgüne gönderilmiş, hattâ şeriat mahkemelerince yargılanarak idam edilmişlerdir. Sonraki yıllarda tasavvuf, maalesef giderek şer’î İslam’ın baskısı altında ezilmiş ve onun mutlak hakimiyetine girerek gerçek kimliği zedelenmiştir.

Günümüzde ayan olduğu gibi,kabukçularla tasavvufçular arasındaki şiddetli farkın kökeni buraya dayanmaktadır.Tasavvuf felsefesinin gelişimine darbe vuran kimi Osmanlı padişahlarını da unutmamak lazım.Bugünkü tasavvuf anlayışı bile,kabukçuların dayatmaları karşısında bariz tebessümüyle kendisini hissettirmektedir.Görünen o ki;İslam'ın kurtuluşu da,tasavvufun elinden ve ehlinden olacaktır.

Alıntıdır...
 

tesheba

Kayıtlı Üye
Katılım
3 Haz 2011
Mesajlar
58
Tepkime puanı
59
Sn.Elfangel,
Tasavvufun ,dinlerin hem ötesinde hem de bileşkesi olarak
içinde bulunduğu gerçeğini ortaya koyan paylaşımınız için
teşekkürler.
Tasavvuf/sufizm...her ne isimle ise...
Hep vardı.
Bilgi hep vardı.Bir çiğ tanesi gibi azıcık ve ürkek...
Gölgede ve gizlide..
Ama,hep vardı.
Hak edene ve arayana hep ulaştı.
Yer-Gök bağlantısı çağlar boyunca,
hiç kesilmedi
 

[XTR] Similar Threads

Üst