Diyalektik Tasavvuf

La-edri

Kayıtlı Üye
Katılım
21 Haz 2010
Mesajlar
2,195
Tepkime puanı
509
Kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yoluna diyalektik denir.

Hegel’e göre, gerçekleri oluşturan kavramların her biri karşıtını kendi içinde taşır. Düşünce, bir kavramdan (tez) onun içindeki karşıtına (antitez) bundan da yeniden karşıtına (yani ilk kavrama) dönmekle, diyalektik hareket içinde, iki kavramın birliğini oluşturan üçüncü kavrama (sentez) ulaşır. Bu süreç, düşüncenin kendisini kavramasını sağlayan bilinç içeriğini artırır. Hegel’e göre diyalektik, varlığı belirleyen düşüncenin kendi süreci olduğu gibi dünya tarihinin de oluşum ilkesidir.
Tasavvuf ise ;
Kainattaki canlı-cansız tüm varlıkların birliğini savunan ve insanın tekamül yoluyla egosundan kurtularak insanlığın en üst seviyesine erişme amacıyla sevgiyi, hoşgörüyü, barışı, dostluğu ilke edinen güzel ahlak yoludur..
Yunanlı Herakleitos’a göre olmak ve olmamak aynı anlamdadır, aynı şeydir. Eğer bunlar aynı şey olmasalardı, değişerek birbirleri olamazlardı. Yaşamın fırtınasında varlık durmadan yokluk, yokluk durmadan varlık olmaktadır.
Evren var olmakla yok olmanın sonsuza kadar birbirini kovalamasıdır. Her şey ancak karşıtların kavgasında doğar. Hava ateşin, ateş havanın ölümünü içinde taşır, başka bir deyişle ateşte havalık, havada ateşlik vardır. Herşey sonsuza kadar değişmektedir. Bu ana düşünceler Hegel ve Marx’ın felsefesine temel olacaktır.
”Bütün şeylerden bir şey, bir şeyden bütün şeyler” diyebilen ilk Antikçağ düşünürüdür Efes’li Herakleitos. Anlaşılması zor olduğundan ona “Karanlık” lakabı takılmıştır.
Bu noktada Tasavvufun ana düşüncesine bir göz atalım:
Yaradılış diye bir şey yoktur varlık birliği vardır. Varlık evrende ne varsa canlı cansız, tümünde belirmektedir. Ne başlangıç vardır ne son, var olan varlığın belirtileridir. İnsan da, hayvan da, bitki de, maden de aynı varlığın çeşitli görünüşleridir. Hiçbir şeyin kendine özgü bir varlığı yoktur.
Yukarıdaki Herakleitos’un düşüncesi ile tasavvuf düşüncesindeki ortak noktalar açık seçik bir şekilde görülmektedir.
Tasavvuf bilginleri akılcı ve bilimsel düşünür. İslam dini içinde yeşeren bir felsefe olduğundan İslam kurallarını akla ve çağlarının bilimsel verilerine göre yorumlamışlardır.
Tasavvufun temelinde Vahdet-i Vücud yani varlıkların birliği inancı vardır. İlk sufistlerden itibaren tüm tasavvuf düşünürleri, her şeyin tek varlığın ürünü olduğuna, tüm varlıkların BİR varlık olduğuna inanmışlardır.
Tasavvufçuların ayet ve hadisleri de bu inançlarına göre yorumladıklarını görürüz.
Kur’an’da “Ben her şeyi kapsarım, ben insanı ruhumdan üfledim. Önce ve sonra, açık ve gizli benim. Yüzünüzü nereye dönerseniz beni orada görürsünüz.”sözleri müteşabih olarak bir sır gibi görülür ve bu sırrın deşifresi de sufilere göre varlıkların birliğidir.Onlara göre peygamberler karşısındakilere akıllarının alabileceği kadarını söyleyebilir. Putlara tapıldığı bir çağda, o taşların bile gerçekte tanrının bir tezahürü olduğunu elbette söyleyemezlerdi. Gerçek anlamın bir süre gizlenmesi, din iyice oturunca ve akıllar geliştikçe alıştıra alıştıra açıklanması gerekiyordu. Hz.Ali de bu gizli anlamları Peygamberden açıkça öğrenmişti. O da bunları açıklayamazdı. Ki onun sıfatlarından birisi de Sırrullah’dır. Ali’nin torunu Zeynel Abidin şöyle diyor; “ Nice bilim cevheri var ki, eğer onları açıklayacak olsam, beni puta tapmakla suçlar, kafamı kesersiniz.”
Bu ana düşünce gittikçe gelişerek tam bir maddecilik karakteri göstermektedir. “ Her şey tek şeydir. Ne başlangıç vardır ne de son, ne yaratan vardır ne de yaratılan, evrendekilerin tümü aynı varlığın tezahürleridir. Daha açık bir deyişle herşey aynı varlıktır.”
”Ben Tanrıyım” diyen Mansur bu düşünceyle söylemiştir.
“Sen hala tanrı olamadın mı? diyen Mevlana da.
”Suyun rengi kabın rengidir” diyen Cüneydi Bağdadi de..
”Tanrıyı görmek isteyenler; eşyaya bakın” diyen Muhyuddin-i Arabi’nin bu sözleri gibi , kimi tasavvuf bilginlerinin açık sözleri , islam tasavvufundaki Tanrı; evrenin bütününden başka bir şey değildir diyen Panteizme yaklaşmaktadır.
Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) İrfan Aynası adlı yapıtında şöyle der; “ O bir elçi gönderdi: Kendisinden, kendisiyle, kendisine..
“ Şu manaları da unutma; Ezel şu andır, ebed şu andır, kıdem şu andır, Yani ; Ezel, ebed, kıdem şu içinde bulunduğumuz ve göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde elden çıkardığımız vakte sığdırılmıştır. İş bu vaktin içinde kendini ara!..
Araz, cevher ne varsa; yani öz çekirdek ve bu çekirdeklerin sonradan meydana getirdiği yaratıklar, bütün bunlar Hakkın vücududur, varlığıdır. Bütün bunların sırrı, bir zerrenin içinde saklıdır. Zerrelerden herhangi birinin sırrı çözülsün, işte o zaman görülecektir ki bütün yaratılışın sırrı ortaya çıkacaktır.
Şeyh Bedrettin Varidat adlı yapıtında “ Her nesnede hatta her zerrede bütün alemler mündemiçtir. Görülmez ki, tasavvuf itibariyle bir tanede bir ağacın hepsi gizlenmiş olduğu gibi, tane dahi ağacın her cüzünde gömülüdür, Alemler de böyledir. Bütün cüzleriyle kendi aslında, o asıl da alemlerin her birinde mevcuttur.. Öyleyse bütün alemlerin her zerrede bulunduğu şüphesizdir. HER GÜZEL ŞEY CENNET VE HER KÖTÜ ŞEY CEHENNEMDİR.”

Giordino Bruno, Aristotales’in evreni bölümlere ayırmasına karşı çıkarak, Tanrı ve evren bir ve aynı şeydir . Tanrı, evrenin yaratıcısı değil kendisidir. Ne yaratan vardır ne de yaratma eylemi, olmakta olan şey vardır. Evren-Tanrı sonsuz büyüklükte nasıl bulunuyorsa, sonsuz küçüklükte de öylece bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her yerde bulunması yüzünden doğada her şey canlıdır. Ve hiçbir şey yok olmaz..İngiliz düşünürü White Head ‘e göre, Tanrı ‘nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla devinimi başlatmıştır ve Evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış olsaydı, ilk devindirici, özgür, öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı, değişme ve oluşma sürecinin içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı ‘nın evrende içkin (evrenin maddesine karışmış-içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı ‘da içkin olduğunu söylemek, Tanrı-Evren ilişkisinin karşılıklı olmasına farkına varışın göstergesidir..
Felsefesi yanlış anlaşılan ve panteist sanılan Spinoza’nın görüşleri ise özde panenteist olup, tasavvufla özdeşleşmektedir. Büyük düşünürün özellikle Vahdet-i Vücut anlayışına sahip olması dikkat çekicidir.
“Varolan her şey Tanrıda vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey var olamaz ve tasarlanamaz.”
Dikkat edilirse, varolan her şey Tanrıdır demez, varolan her şey Tanrıdadır, der. Buradaki ayrım çok önemlidir. İstese, bilinçli bir şekilde bunu derdi. Ancak böyle bir şeyi iddia etmenin sonunda Tanrıya sınır koymuş olacağının farkındadır. Ayrıca Spinoza böylelikle cevherin/ Tanrının dışındakilerin ona bağlı olduğunu da dile getirmiş olur. Bunu şu sözlerinde de görmekteyiz;
“…Tanrı dışındaki bir şey, varolmak için yalnızca Tanrı’nın yani cevherin yardımına, istemine gereksinim duyar.”
“Doğada Tanrı’nın evrensel yasalarını izlemeyen hiçbir şey olamaz”..
“Tanrının özü varlığı kuşatır, ancak varolanların tümünün varlığı Tanrının özünü kuşatmaz”..

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…
Mevlana’nın bu çağrısını , bir diyalektik materyalist olan büyük şair Nazım Hikmet bile kabullenmiş ve müridi olduğunu ifade etmişti. Gençliğinde yazdığı bu şiirini ilerki yıllarda, yani diyalektik materyalizme vakıf olduğu yıllarda düzeltme yoluna gitmemiş, kabullenmiştir:
Sararken alnımı yokluğun tacı
Silindi gönülden neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlana.
Edebe set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalpten temizlendim, huzura geldim
Ben de müridinim işte Mevlana.

Bu teslimiyet sadece Tasavvuftaki aşka, sevgiye miydi dersiniz?
Hayır..Tabi ki en önemli faktör, ancak Tasavvuf felsefesindeki akılcılık, bilimsellik ve diyalektik ortaklık da önemlidir.
Evet..Diyalektik Materyalist anlayışa en yakın inanç olarak görmüştür Tasavvuf’u Nazım.
Açıklıyalım ;
Tasavvuf düşüncesinin temeli Parmanides ve Herakleitos’a dayanır dedik ya, aynı Heraklietos, Hegel’i ve Marks’ı da etkilemiştir..
Diyalektiğin üç büyük adı Herakleitos ( 576 480 ), Hegel ( 1770-1831 ) ve Karl Marks (1813- 1883 ) tır.
Diyalektik materyalizmin dört yasası vardır.
1) Evren, her şeyin her şeye bağlı bulunduğu ve birbirinin koşulu olduğu maddesel bir bütündür.
2) Evrim, diyalektik devim ve değişmeyle gerçekleşir.
3) Her şey, her şeyle çelişerek devinir.
4) Her şey nicesel değişmelerin, nitel değişmelere sıçramasıyla gelişir.
Bu yasalar, Diyalektik Tasavvuf’un da yasalarıdır özündeki fark hariç..
Hegel, değişme ve gelişmeyi doğada ve toplumda somutlaşan “mutlak tin”in ya da ideanın bir dışavurumu olarak görür.
Tasavvuf’ta ise herşey ilk ve tek olan varlıktan oluşmuştur ve herşey yine ondadır..
Bir buluşmalarında Yunus Emre, Mevlana’ya :
“Mesnevi’yi çok uzun yazmışsın, ben olsam şu söze sığdırırdım hepsini” der:
”Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm”

-alinti-
 
Üst