Beynin Tarihi ( İnsana Kadar )

logii

Kayıtlı Üye
Katılım
17 May 2009
Mesajlar
1,044
Tepkime puanı
268
Beynin Tarihi ( İnsana Kadar )
Bir anda yaratılmış olmak şöyle dursun , beyin , mevcut karmaşık sistemine ancak milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşti. Evrimin çok ilkel bir düzeyinde ortaya çıktı.İşte yassı solucanlardan ilk atalarımıza beynin tarihi :

Beyin Denen Organ Nasıl ortaya çıktı ve insana kadar ki gelişim nasıl oldu .

Antik mitoloide tanrıça Minerva tam donanımlı olarak Jüpiter’in başından çıkıvermiştir. Beyin bu kadar talihli değildi. Bir anda yaratılmış olmak şöyle dursun , beyin mevcut karmaşık sitemine ancak milyonlarca yıllık sürede evrimleşti.
image004.jpg


Yassı solucan 500 milyon Sene evvelden yaşıyor

Evrimin çok ilkel bir düzeyinde ortaya çıktı. Tek hücreli canlılar belli davranış kalıpları gösterirler ( örneğin ışığa ye da besinlere doğru hareket) . Çok hücreli yaşamın doğuşuyla beraber hayvan ve bitki yaşamı arasında keskin bir ayırım oluştu. Bitkiler “ iletişim “ kurmalarını sağlayan iç sinyal aygıtlarına sahip olsalar da bitki evrimi , sinirlerin ve beynin evriminden başka yöne döndü. Hayvanlar aleminde hareket , vücudun farklı kısımlarında ki hücreler arasında hızlı bir iletişimi zorunlu kıldı.
image005.gif


Tüm gereksinimlerine tek bir hücrenin içinde sahip olan en basit organizmalar kendilerine yeterlidirler . Hücrenin bir kısmıyla diğer kısımları arasındaki iletişim görece basittir. Öte yandan çok hücreli organizmalar nitel olarak farklıdırlar ve hücreler arasında uzmanlaşmanın gelişimini mümkün kılarlar. Belirli hücreler öncelikle sindirimle uğraşabilirler , diğerleri koruyucu bir tabaka oluştururlar, diğerleri dolaşımı sağlarlar vs.
image006.jpg


500 milyon sene evvel yaşayan hayvanlar

Kimyasal sinyaller ( hormonlar )en ilkel çok hücreli organizmalarda bile mevcuttur.Bu ilkel düzeyde dahi , uzmanlaşmış hücreler bulunabilir. Bu sinir sistemine doğru atılmış bir adımdır. Yassı solucan gibi daha karmaşık organizmalar nöronların bir ganglionda ( merkez sinir sistemi dışında bulunan sinirlerde hücre gövdelerinin oluşturduğu küme) kümelendikleri bir sinir sistemi geliştirmişlerdir. Ganglionun sinirler ve beyin arasındaki evrimsel halka olduğu saptanmıştır . Bu sinir hücresi kümeleri böceklerde kabuklu hayvanlarda ve yumuşakçalarda görülür.
Bir kafanın gelişmesi ve göz oyuklarıyla ağzın bu kafada kendilerine bir yer bulmaları hayvanın hareket etmekte olduğu yön hakkında bilgi edinmesinde bir avantajdır. Bu gelişimle uyumlu olarak bir ganglion gurubu yassı solucanın başında kümelenir. Bu kümelenme ilkel biçimine rağmen beynin evrimini temsil eder. Yassı solucan aynı zamanda gelişmiş beynin kilit bir özelliği olan öğrenme yeteneği de sergiler. Bu gelişme beynin evrimine giden yolda ileri doğru devrimci bir sıçramayı temsil eder.
image007.jpg

image008.jpg


Yassı Solucan 500 milyon Senedir yaşıyor

Amerikalı sinir bilimciler insanlarda bellek oluşumu için gerekli olan temel hücre mekanizmalarının salyangozlarda da mevcut olduğunu buldular. Kolombiya Üniversitesinden Prof. Eric Kandel Aplysia California denilen bir deniz salyangozunun öğrenme ve bellek yeteneğini inceledi ve bu salyangozların insanlarda bulunan bazı temel özelikleri sergiledikleri
Tespit ettiler. Fark şudur ki insan beyni 100 milyar sinir hücresine sahip iken Aplysia daha büyük boyutlarda ama yalnızca birkaç bin sinir hücresine sahiptir. Bu mekanizmaları bir deniz salyangozuyla paylaşmamız olgusu idealistlerin insanoğlunu tüm diğer hayvanlardan ayrı ve uzak bir tür eşsiz yaratık olarak sunmaktaki inatçı çabalarına yeterli yanıttır. Beynin hemen hemen her fonksiyonu bir biçimde belleğe bağlıdır. Bu olguyu açıklamak için hiçbir ilahi müdahaleye gerek yoktur. Doğal süreçler çok tutucu eğilimindedirler. Belli fonksiyonları yerine getirmekte yararlılığı kanıtlanmış bir uyarlanma bir kez sağlanınca artık evrim boyunca sürekli olarak tekrarlanır ve evrimsel avantaj sunduğu bir düzeye dek genişletip geliştirilir.
Evrim , hayvanların beyinlerinde özellikle çok büyük beyinlere sahip olan üst primatlarda ve insanlarınkinde birçok yeniliği gündeme getirdi. Aplysia bir şeyi birkaç hafta için “ hatırlasa “ da onun belleği yalnızca insanlarda alışkanlık olacak bilinen bir zihinsel etkinlik düzeyini içerir Bu tür bir bellek örneğin nasıl yüzüldüğünü hatırlamada söz konusudur. Beyni hasar görmüş insanlarda yapılan araştırmalar olguları hatırlama yeteneğinin ve alışkanlıkların beyinde ayrı yerlerde depolandığını göstermektedir. Bu kişi olgu belleğini yitirebilir ama yinede bisiklet sürebilir . İnsan aklını dolduran anılar , kuşkusuz bir salyangozun sinir sisteminde işleyen süreçlerden sonsuz ölçüde daha karmaşıktır.
image009.jpg


200 milyon evvel yaşayan hayvanlar

Beynin süre giden büyümesi hayvan evriminde büyük bir değişiklik gerektirdi. Eklembacaklılar ya da yumuşakçaların sinir sitemi temel bir tasarım sonucu nedeniyle daha fazla gelişemez.
Sinir hücreleri bağırsak etrafında bir halka biçiminde düzenlenmişlerdir ve eğer genişlerse bağırsağı gitgide sıkıştırırlar ; örümcekte bu sınır çok keskin biçimde açığa çıkar, bağırsak sinir halkası tarafından öyle daraltılmıştır ki örümcek yiyeceğini yalnızca ince bir sıvı olarak sindirebilir. Bünyeleri kendi ağırlıkları altında parçalanacağı için böcekler belirli büyüklüğün ötesinde büyüyemezler. Beyin büyüklüğü fiziksel sınırlarına ulaşmışlardır . Korku filmlerinde ki dev böcekler bilim kurgu alanında kalmaya mahkumdurlar.


Beynin daha da gelişmesi sinirlerin bağırsaktan ayrılmasını gerektirir.Omurgalı balığın ortaya çıkması omu ilik ve beynin sonraki gelişim modelini sunar. Kafatası boşluğu büyümüş bir beyni barındırabilir ve sinirler betinden çıkarak omurga içinden geçip omur iliğin aşağılarına ulaşırlar. Göz çukurlarında optik desenleri sinir sistemine sunabilen görüntü oluşturucu bir göz gelişti . Karada amfibilerin ve sürüngenlerin ortaya çıkışı ön beyin bölgesinin gelişimine tanık oldu, buda optik loblar sayesinde gerçekleşti.
Kaliforniya Üniversitesinden Harry Jerison beynin büyüklüğünün vücut büyüklüğüyle bağlantılı olduğu fikrini geliştirdi ve bunun evrimsel gelişiminin izini sürdü. Jerison sürüngenlerin 300 milyon yıl önce küçük beyinli olduklarını ve bugün de öyle kalmış olduklarını keşfetti.
Dinozorlar da dahil olmak üzere sürüngenlerin beyin büyüklüğüne bağlı olarak çizilen grafiği düz bir çizgi oluşturmuştur.Ne var ki yaklaşık 200 milyon yıl önce memelilerin evrimi göreli beyin büyüklüğünde bir sıçramaya işaret eder. Bu küçük gece hayvanları ortalama bir sürüngen den dört beş kat daha büyük beyinlere sahiptir. Bu büyük ölçüde yalnızca memelilere özgü serebral korteksin gelişimi nedeniyleydi. Beyin yaklaşık 100 milyon yıl aynı göreli büyüklükte kaldı . Sonra 65 milyon yıl kadar önce , hızlı bir gelişme gösterdi . Roger Lewin ‘e göre beynin gelişimi 30 milyon yıl içinde 1 dört ila beş kat artmıştı ve en büyük artışlar ungulatlar (toynaklı memeliler ) et oburlar ve primatların evrimiyle çakışmaktaydı “
(New scientist , 5 aralık 2002 )
Maymunlar insansı maymunlar ve insanlar evrimleştikçe beyin büyüklüğü daha da arttı. Vücut büyüklüğü dikkate elındığında maymunların beyinleri modern memeli ortalamasının iki ile üç katıdır. Beyin gelişimi sürekli tedrici bir gelişme değil , kesintiler, başlangıçlar, ve sıçramalardan oluşan bir gelişme sergilemiştir. “ Kalın fırçalarla çizilmiş bu resim önemli ayrıntıları atlıyorsa da asıl mesaj yeteri kadar nettir”. Diyor Roger Lewin “ beynin tarihi değişim patlamalarıyla kesintiye uğrayan uzun durgunluk dönemlerinden oluşur “
Beynin büyüklüğü beyin hacminin yüzde 70 – 80 ‘ini oluşturan bir korteks geliştirerek 3 milyon içinde – evrimsel sıçrama – üç katına çıktı. İki ayaklı ilk hominid türü 10 ila 7 milyon yıl evvel evrimleşti. Ne var ki insansı maymunlarla aynı düzeyde olan beyinleri görece küçüktü . ardından yaklaşık 2.6 milyon yıl önce Homonun doğuşuyla birlikte hızlı bir büyüme gerçekleşti. “Modern insanların atalarının evriminde bir sıçrama gerçekleşti “ diyor Kiel Üniversitesinden jeolog Mark Maslin . “Bulunan kanıtlar “ diye açıklıyor Lewin “ beyin büyümesinin 2.5 milyon yıl kadar önce yani taş aletlerin ilk ortaya çıkmasıyla çakışan bir dönemde başladığı hissini veriyor” Engels’in açıkladığı gibi emekle birlikte beynin büyümesi ve konuşmanın gelişmesi çıkageldi. İlkel hayvan iletişimi nitel bir ilerleme olarak dilin yolunu açtı. Bu durum ses tellerinin gelişmesine de bağlı olmalıydı. İnsan beyni , yakın akraba olduğumuz şempanzenin çok ötesinde soyutlamalar ve genellemeler yapma yeteneğindedir .

Alan Woods ve Teds Grant “ Aklın İsyanı , Aklın Doğuşu “ başlıklı bölümden alıntı yapılmıştır.

Aklın İsyanı Alan Woods & Ted Grant
İnsan beyni, maddenin evriminin ulaştığı en üst noktadır. Fiziksel olarak yaklaşık 1,5 kilogramdır ve birçok insan organından daha ağırdır. Yüzeyi bir ceviz gibi kıvrımlıdır ve soğuk yulaf lapasını andıran bir rengi ve kıvamı vardır. Ne var ki biyolojik olarak son derecede karmaşıktır. Muazzam sayıda, muhtemelen toplam 100 milyar kadar hücre (nöronlar) içermektedir. Fakat her bir nöronun, kendisine destek hizmeti gören glia denen daha küçük hücrelerden oluşan bir topluluk içine gömülü olduğunu keşfettiğimizde bu sayı bile cüce kalır
.
Beyin Bulmacası
“Organik doğa ölü doğadan çıkıp gelişti; canlı doğa düşünmeye yetenekli bir form üretti. Önce düşünme yeteneğinde olmayan madde vardı; ondan, düşünen madde, yani insan çıktı. Eğer durum buysa –ve doğa bilimlerinden biliyoruz ki öyledir– aklın maddenin anası olmadığı, maddenin aklın anası olduğu açıktır. Çocuklar asla ebeveynlerden daha yaşlı olamazlar. «Akıl» sonra gelir, ve bu yüzden onu döl olarak görmeliyiz, ebeveyn olarak değil … madde düşünen insanın belirmesinden önce vardı; herhangi türden bir «akıl» dünya yüzeyinde belirmeden çok önce dünyanın kendisi vardı. Başka bir deyişle madde nesnel olarak, «akıl»dan bağımsız olarak vardır. Ama «akıl» denilen ve hiçbir zaman ve hiçbir yerde maddesiz varolmayan psişik olgular asla maddeden bağımsız olmadılar. Düşünce beyin olmaksızın varolamaz; arzu eden bir organizma olmadan arzular imkânsızdır… Diğer bir deyişle, psişik olgular, yani bilinç olgusu, yalnızca belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin bir özelliği, bu maddenin bir «fonksiyonudur».” (Nikolay Buharin)

“Beyin mekanizmalarının yorumlanışı, biyolojinin son gizemlerinden birini, gölgeli mistisizmin ve şaibeli dinsel felsefenin son sığınağını temsil etmektedir.” (Steven Rose)
Gördüğümüz gibi, felsefenin merkezi konusu, yüzyıllardır düşünce ve varlık arasındaki ilişki sorunu olmuştur. Şimdi nihayet, bilimin attığı büyük ileri adımlar, aklın gerçek doğasına ve nasıl işlediğine ışık tutmaya başlıyor. Bu ilerlemeler, materyalist bakışın çarpıcı bir doğrulanışını sunar. Özellikle beyin ve nörobiyoloji hakkında yürüyen tartışmalarda durum budur. İdealizmin son sığınağı saldırıya uğramaktadır. Ama bu saldırı, idealistleri inatçı bir direniş göstermekten alıkoymuyor:

Yaratılışın bu madde-dışı öğesini araştırmak imkânsız hale geldiğinde, çoğu kimse bu işi bıraktı. Yalnızca maddenin gerçek olduğunu düşünmeye başladılar. Ve böylelikle en derin düşüncelerimiz, kimya yasalarına göre işleyen beyin hücrelerinin ürünlerine indirgendi… Düşünceye eşlik eden elektriksel beyin sinyallerini inceleyebiliriz, ama Platon’u sinir pulslarına ya da Aristoteles’i alfa-dalgalarına indirgeyemeyiz… Fiziksel hareketlerin betimlemeleri asla bu hareketlerin anlamını açığa çıkarmayacaktır. Biyoloji ancak, nöronlar ve sinapsların kapalı dünyasını inceleyebilir.[1]

“Akıl” dediğimiz şey beynin varoluş tarzından başka bir şey değildir. Milyonlarca yıllık evrimin ürünü olan muazzam ölçüde karmaşık bir olgudur. Beyin ve sinir sisteminde gerçekleşen karmaşık süreçleri ve bir o kadar karmaşık olan zihinsel süreçlerle çevre arasındaki karşılıklı ilişkileri çözümlemekteki zorluk, düşüncenin doğasını doğru bir biçimde anlamamızın yüzyıllarca gecikmesine neden oldu. Bu durum, idealistlerin ve ilâhiyatçıların, bedende geçici olarak konaklamak üzere tasarlanmış maddesel olmayan bir öz olarak düşünülen “ruh”un mistik addedilen doğası üzerine spekülasyonlar yapmalarına olanak tanıdı. Modern nörobiyolojinin atılımları, idealistlerin nihayet son sığınaklarından da kovulmaları anlamına gelir. Beyin ve sinir sisteminin sırlarını çözmeye başladıkça, aklı, doğa-üstü etkenlere başvurmaksızın, beyin faaliyetlerinin toplamı olarak açıklamak giderek daha kolay hale gelmektedir.
Nörobiyolog Steven Rose’un sözleriyle, akıl ve bilinç “insanoğlunun ortaya çıkışı yolunda bir dizi evrimsel değişim içinde gelişen özgün beyin yapılarının evriminin kaçınılmaz sonucudur… Bilinç, kendine özgü bir karmaşıklık düzeyinin ve serebral kortekse* ait sinir hücreleri (nöronlar) arasındaki etkileşim derecesinin evriminin bir sonucudur. Bunun aldığı biçim her bireyde, bireyin çevresiyle ilişkisi içerisinde gelişimi tarafından büyük ölçüde değiştirilmiş olsa da durum budur.”[2]

Akıl – Bir Makine mi?

İnsan beyninin kavranışı, modern bilimin doğuşu ve kapitalist toplumun ortaya çıkışından bu yana geçen son 300 yılda önemli ölçüde değişti. Beyinin algılanış tarzı, tarihsel olarak, mevcut dinsel ve felsefi önyargılarla bezenmiştir. Kilise için akıl “Tanrının evi” idi. 18. yüzyılın mekanik materyalizmi, aklı saat mekanizması gibi işleyen bir makine olarak görüyordu. Son zamanlarda ise akıl, olasılıksal olayların olası olmayan bir toplamı olarak tanımlanmıştır. Katolik ideolojinin her şeye egemen olduğu Ortaçağda ruhun bedenin bütün parçalarına sızmış olduğu söylendi; beyin, beden, akıl ya da madde ayrıştırılamazdı. Copernicus, Galileo ve nihayet Newton ve Descartes’ın mekanik materyalist görüşlerle ortaya çıkmasıyla bu bakış açısında bir kayma oldu.
Descartes için dünya makine benzeri bir şey ve canlı organizmalar da yalnızca özel tipte saatimsi ya da hidrolik makinelerdi. Bilime egemen olan ve makineyi canlı organizmalar için bir model olarak alan özgün bir dünya görüşünü meşrulaştıran temel metafor işlevi gören de bu Kartezyen makine imgesidir. Beden, parçalara ayrıldığında özsel niteliğini yitiren ayrıştırılamaz bir bütündür. Tam tersine, makinelerse, anlaşılmaları için sökülebilirler ve sonra tekrar bir araya getirilebilirler. Her parça ayrı ve çözümlenebilir bir işlevi yerine getirir, ve bütün, birbiri üzerine etkisi olan ayrı parçaların işleyişiyle tanımlanabilen düzenli bir tarzda işler.
Beyin imgesi her aşamada, o dönemin biliminin sınırlarını sadakatle yansıtmıştır. 18. yüzyılın mekanik dünya görüşü günün en ileri biliminin mekanik olduğu gerçeğini yansıtıyordu. Büyük Newton tüm evreni mekaniğin yasalarıyla açıklamamış mıydı? O halde neden insan bedeni ve aklı başka tarzda işliyor olsundu? Descartes insan bedenini bir tür kendi kendine işleyen makine olarak tanımladığında bu bakış açısını benimsemişti. Ama Descartes dindar bir Katolik olduğundan, ölümsüz ruhun bu makinenin bir parçası olduğunu kabul edemezdi. Ruh, beynin pineal bezi denilen özel bölgesinde yer alan bütünüyle ayrı bir şeydi. Ruh, bedendeki geçici konaklamasını sürdürdüğü beynin bu kuytu köşesinden, makineye hayat veriyordu. Steven Rose şöyle diyor:

Batı bilimsel düşüncesindeki kaçınılmaz ama ölümcül kopukluk böylelikle gelişti. Descartes’ta ve onun takipçilerinde “düalizm” olarak bilinen bu dogma, göreceğimiz gibi, insanların sonuçta moleküllerin hareketinden “başka bir şey olmadığını” kabul etmek istemeyen her türden indirgemeci materyalizmin kaçınılmaz sonucu olan bir dogmaydı. Düalizm, dinin ve indirgemeci bilimin iki yüzyıl boyunca ideolojik üstünlük elde ederek diğerini alt etmek için kaçınılmaz olarak büyük bir çekişme içine girmelerini mümkün kılan mekanizmin paradoksuna bir çözümdü. O günün kapitalist düzeniyle uyumlu bir çözümdü bu, çünkü bu bakış açısı, işgünlerinde, insanların nesneleştirilmiş ve çelişkisizce sömürülme yeteneğinde olan salt birer fiziksel mekanizma olarak görülmesini mümkün kılıyordu. Beri yandan Pazar günlerinde, bedenin çalıştığı günlerde maruz kaldığı travmalardan etkilenmeyen, sınırlanmamış ve bedensiz bir ruhun ölümsüzlüğü ve özgür iradesi ileri sürülerek ideolojik kontrol pekiştirilebilirdi.[3]

18. ve 19. yüzyıllarda aklın “makinedeki hayalet” biçimindeki tasarımı değişti. Elektriğin keşfiyle beyin ve sinir sistemi bir elektrik şebekesi olarak algılandı. Yüzyıl dönümünde, beynin farklı organlardan gelen mesajları işlediği telefon santrali analojisi doğdu. Kitlesel üretim çağıyla birlikte de, bir çocuk ansiklopedisindeki şu alıntıda tipikleşen, iş organizasyonu modeli çıka geldi:
Beynimizi büyük bir şirketin yönetim birimi olarak düşünün. O, burada gördüğümüz gibi bölümlere ayrılmıştır. Merkez ofisteki büyük masada tüm bölümlere telefon hatlarıyla bağlı olan Genel Müdür –kendi bilinciniz– oturur. Çevrenizde baş yardımcılarınız vardır; görme, tatma, koku, duyma ve dokunma gibi Gelen Mesaj Amirleri (son ikisi merkez ofisin arkasında gizlidir). Bu amirlerin yanında da konuşmayı ve kolları, bacakları ve bedenin tüm diğer parçalarını kontrol eden Giden Mesaj Amirleri bulunur. Elbette, sadece en önemli mesajlar sizin ofisinize ulaşır. Kalbi, ciğerleri ve mideyi çalıştırmak gibi rutin görevler ya da kasların çalışmasının küçük ayrıntılarının gözetlenmesi Medulla Oblongatadaki** Otomatik İşlemler Müdürleri ve Beyincikteki Refleks İşlemleri Müdürü tarafından yürütülürler. Tüm diğer bölümler, bilimcilerin serebrum*** dedikleri şeyi oluştururlar.

Hayret verici hesapları yapabilen bilgisayarın keşfiyle birlikte beyinle paralellik kurulması kaçınılmaz hale geldi. Bilgisayarların bilgi depolama biçimine bellek denildi. Gittikçe daha güçlü bilgisayarlar yapıldı. Bir bilgisayar insan beynine ne kadar yaklaşabilirdi? Nihayet, bilim-kurgu, bilgisayarların insan zekâsını geçtiği ve dünyayı ele geçirmek için savaştıkları Terminatör filmlerini önümüze getirdi. Oysa Steven Rose son kitabında şöyle açıklıyor:
Beyin, bilgisayardaki gibi bilgiyle değil anlamla çalışır. Ve anlam, doğal ve toplumsal çevreleriyle etkileşim içindeki bireyler tarafından ifade edilen, tarihsel ve gelişimsel olarak şekillenmiş bir süreçtir. Gerçekten de, belleği incelemenin sorunlarından birisi, onun kesinlikle diyalektik bir olgu olmasıdır. Zira bizler her hatırlayışımızda bazı bakımlardan anılarımız üzerinde işlem yapar ve onları dönüştürürüz; onlar basitçe depodan çağrılıp, bir kez danışılıp, değişmemiş olarak yerlerine konmazlar. Anılarımız onları her hatırladığımızda yeniden yaratılırlar.[4]

Beyin Nedir?

İnsan beyni, maddenin evriminin ulaştığı en üst noktadır. Fiziksel olarak yaklaşık 1,5 kilogramdır ve birçok insan organından daha ağırdır. Yüzeyi bir ceviz gibi kıvrımlıdır ve soğuk yulaf lapasını andıran bir rengi ve kıvamı vardır. Ne var ki biyolojik olarak son derecede karmaşıktır. Muazzam sayıda, muhtemelen toplam 100 milyar kadar hücre (nöronlar) içermektedir. Fakat her bir nöronun, kendisine destek hizmeti gören glia denen daha küçük hücrelerden oluşan bir topluluk içine gömülü olduğunu keşfettiğimizde bu sayı bile cüce kalır.
Beynin büyük bölümünü, iki eşit parçaya bölünmüş olan serebrum oluşturur. Serebrumun yüzeyi korteks olarak adlandırılır. Korteksin büyüklüğü insanı bütün diğer organizmalardan ayırır. Serebrum kabaca belirli vücut fonksiyonlarına karşılık gelen ve algısal bilgiyi işleyen bölgelere ya da loplara ayrılır. Serebrumun arkasında, vücuttaki tüm küçük kas hareketlerini kontrol eden beyincik uzanır. Bu kısımların altında omuriliğin devamı olan kalın bir sap ya da beyin sapı bulunur. Burası, her şeyi beyinle iletişime sokmak üzere, beyinden çıkarak omurilikten geçen ve vücudun tüm sinir sistemine uzanan sinir liflerini taşır.
İnsanları diğer hayvanlardan kesin olarak ayıran büyük beyine, esasen, neo-korteks olarak bilinen sinir hücrelerinin ince dış katmanının kalınlaşması yol açmıştır. Ancak bu genişleme beynin tüm bölgeleri için aynı değildir. Planlama ve öngörüyle ilgili olan ön loplar diğer bölgelerden çok daha fazla büyümüştür. Aynı şey, kafatasının arka kısmındaki beyincik için de geçerlidir; beyincik, otomatik beceriler edinme yeteneğiyle ve bisiklet sürme, araba sürerken vites değiştirme ya da pijamanın düğmelerini ilikleme gibi düşünmeksizin yerine getirdiğimiz bir sürü gündelik eylemimizle ilişkilidir.

Beynin kendisi, bir kan kaynağından uzak bölgelere besin taşıyan bir dolaşım sistemine sahiptir. Yaşamsal önemi olan oksijen ve glikozu taşıyan kanın büyük bölümünü beyin çeker. Bir yetişkinin beyni vücut ağırlığının %2’sini oluştursa bile, beynin oksijen tüketimi toplam oksijen tüketiminin %20’sidir. Bir bebekte bu %50 gibi büyük bir orandadır. Vücudun glikoz tüketiminin %20’si de beyinde gerçekleşir. Kalp tarafından pompalanan kanın beşte biri beyinden geçer. Sinirler bilgiyi elektriksel olarak iletirler. Bir sinirden geçen sinyal bunu bir elektrik dalgası biçiminde gerçekleşir; yani hücrenin gövdesinden sinir lifinin ucuna ilerleyen bir puls biçiminde. Demek ki beynin dili, sadece miktar açısından değil, frekans açısından da elektriksel uyarımlardan oluşur. Steven Rose şunları söylüyor:

Öngörülerimizi dayandırdığımız bilgi, çeşitli dalga boyları ve şiddetteki ışık ve ses dalgaları, sıcaklık dalgalanmaları, derinin belli noktalarındaki basınç, burun ya da dil tarafından saptanan belli kimyasal maddelerin yoğunluğu gibi biçimlerde vücudun yüzeyine ulaşan verilere bağlıdır. Vücut içerisinde bu veriler bir dizi elektriksel sinyallere dönüştürülürler, bu sinyaller özel sinirler üzerinden geçerek merkezi beyin bölgelerine ulaştırılır ve orada birbirleriyle etkileşerek belli tiplerde yanıtlar üretilir.

Nöron, bu bilgi aktarımını gerçekleştiren (mesajlar aksonlardan sinapslara ulaşır) çok sayıda özellikten (dendritler, hücre gövdesi, akson, sinapslar) oluşur. Diğer bir deyişle, nöron beyin sisteminin temel birimidir. Her koordine kas hareketinde binlerce motor nöron yer alır. Daha karmaşık hareketlerde milyonlarcası yer alır; her ne kadar bir milyon sayısı bile insan korteksindeki toplam sayının yalnızca yaklaşık yüzde 0,01’ini temsil ediyor olsa da. Ama beyin ayrı parçaların bir montajı olarak düşünülemez. Beyinin ayrıntılı bileşiminin analizi yaşamsal bir önem taşısa bile, bu yöntem ancak bir noktaya kadar işe yarayabilir.
“Beynin davranışının betimlenebileceği birçok düzey vardır” diyor Rose. “Atomların kuantum yapısı ya da beyni oluşturan kimyasalların moleküler özellikleri; içindeki tekil hücrelerin elektro-mikrografik görünüşü; karşılıklı etkileşim içindeki bir sistem olarak nöronların davranışı; bu nöronların zaman içinde değişen bir örgü olarak evrimsel ya da gelişimsel tarihi; söz konusu beyne sahip insan bireyinin davranışsal tepkisi; bu insanın aile ya da toplumsal çevresi vb. gibi düzeylerde beynin davranışları betimlenebilir.”[5] Beyni anlamak için, tüm parçalarının karmaşık diyalektik iç bağıntılarını kavramak gerekir. Bir sürü bilim dalını bir araya getirmek gerekir; etnoloji, psikoloji, fizyoloji, farmakoloji, biyokimya, moleküler biyoloji ve hatta sibernetik ve matematik.

Beynin Evrimi

Antik mitolojide tanrıça Minerva tam donanımlı olarak Jüpiter’in başından çıkıvermiştir. Beyin bu kadar talihli değildi. Bir anda yaratılmış olmak şöyle dursun, beyin, mevcut karmaşık sistemine ancak milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşti. Evrimin çok ilkel bir düzeyinde ortaya çıktı. Tek hücreli canlılar belirli davranış kalıpları gösterirler (örneğin, ışığa ya da besinlere doğru hareket). Çok hücreli yaşamın doğuşuyla birlikte hayvan ve bitki yaşamı arasında keskin bir ayrım oluştu. Bitkiler, “iletişim” kurmalarını sağlayan iç sinyal aygıtlarına sahip olsalar da, bitki evrimi, sinirlerin ve beynin evriminden başka yöne döndü. Hayvanlar âleminde hareket, vücudun farklı kısımlarındaki hücreler arasında hızlı bir iletişimi zorunlu kıldı.
Tüm gereksinimlerine tek bir hücrenin içinde sahip olan en basit organizmalar kendine yeterlidirler. Hücrenin bir kısmıyla diğer kısımları arasındaki iletişim görece basittir. Öte yandan, çok hücreli organizmalar nitel olarak farklıdırlar ve hücreler arasında uzmanlaşmanın gelişimini mümkün kılarlar. Belirli hücreler öncelikle sindirimle uğraşabilirler, diğerleri koruyucu bir tabaka oluştururlar, diğerleri dolaşımı sağlarlar vs. Kimyasal sinyaller (hormonlar) en ilkel çok hücreli organizmalarda bile mevcuttur. Bu ilkel düzeyde dahi uzmanlaşmış hücreler bulunabilir. Bu, sinir sistemine doğru atılmış bir adımdır. Yassı solucan gibi daha karmaşık organizmalar, nöronların bir ganglionda**** kümelendikleri bir sinir sistemi geliştirmişlerdir. Ganglionun, sinirler ve beyin arasındaki evrimsel halka olduğu saptanmıştır. Bu sinir hücresi kümeleri, böceklerde, kabuklu hayvanlarda ve yumuşakçalarda görülürler.
Bir kafanın gelişmesi ve göz oyuklarının ve ağzın bu kafada kendilerine bir yer bulmaları, hayvanın hareket etmekte olduğu yön hakkında bilgi edinmesinde bir avantajdır. Bu gelişimle uyumlu olarak bir ganglia grubu yassı solucanın başında kümelenir. Bu kümelenme, ilkel biçimine rağmen beynin evrimini temsil eder. Yassı solucan aynı zamanda, gelişmiş beynin kilit bir özelliği olan öğrenme yeteneği de sergiler. Bu gelişme beynin evrimine giden yolda ileri doğru devrimci bir sıçramayı temsil eder.

On yıl kadar önce Amerikalı sinirbilimciler insanlarda bellek oluşumu için gerekli olan temel hücre mekanizmalarının salyangozlarda da mevcut olduğunu buldular. Columbia Üniversitesinden Profesör Eric Kandel, Aplysia Californica denilen bir deniz salyangozunun öğrenme ve bellek yeteneğini inceledi ve bu salyangozların, insanlarda da bulunan bazı temel özellikleri sergilediklerini buldu. Fark şudur ki, insan beyni 100 milyar sinir hücresine sahipken, Aplysia daha büyük boyutlarda ama yalnızca birkaç bin sinir hücresine sahiptir. Bu mekanizmaları bir deniz salyangozuyla paylaşmamız olgusu, idealistlerin insanoğlunu tüm diğer hayvanlardan ayrı ve uzak, bir tür eşsiz yaratık olarak sunmaktaki inatçı çabalarına yeterli bir yanıttır. Beynin hemen hemen her fonksiyonu bir biçimde belleğe bağlıdır. Bu olguyu açıklamak için hiçbir ilâhi müdahaleye gerek yoktur. Doğal süreçler çok tutucu olma eğilimindedirler. Belli fonksiyonları yerine getirmekte yararlılığını kanıtlamış bir uyarlanma bir kez sağlanınca, artık evrim boyunca sürekli olarak tekrarlanır ve evrimsel avantaj sunduğu bir düzeye dek genişletip geliştirilir

Evrim, hayvanların beyinlerinde, özellikle çok büyük beyinlere sahip üst primatlar ve insanlarınkinde birçok yeniliği gündeme getirdi. Aplysia bir şeyi birkaç hafta için “hatırlasa” da, onun belleği yalnızca, insanlarda alışkanlık olarak bilinen bir zihinsel etkinlik düzeyini içerir. Bu tür bir bellek, örneğin nasıl yüzüldüğünü hatırlamada söz konusudur. Beyni hasar görmüş insanlarda yapılan araştırmalar, olguları hatırlama yeteneğinin ve alışkanlıkların beyinde ayrı yerlerde depolandığını göstermektedir. Bir kişi olgu belleğini yitirebilir, ama yine de bisiklet sürebilir. İnsan aklını dolduran anılar, kuşkusuz bir salyangozun sinir sisteminde işleyen süreçlerden sonsuz ölçüde daha karmaşıktır.

Beynin süre giden büyümesi, hayvan evriminde büyük bir değişikliği gerektirdi. Eklembacaklıların ya da yumuşakçaların sinir sistemi, temel bir tasarım sorunu nedeniyle daha fazla gelişemez. Sinir hücreleri bağırsak etrafında bir halka biçiminde düzenlenmişlerdir ve eğer genişlerlerse bağırsağı gitgide sıkıştırırlar; örümcekte bu sınır çok keskin bir biçimde açığa çıkar, bağırsak sinir halkası tarafından öyle daraltılmıştır ki, örümcek yiyeceğini yalnızca ince bir sıvı olarak sindirebilir. Bünyeleri kendi ağırlıkları altında parçalanacağı için böcekler belirli bir büyüklüğün ötesinde büyüyemezler. Beyin büyüklüğü fiziksel sınırlarına ulaşmıştır. Korku filmlerindeki dev böcekler bilim-kurgu alanında kalmaya mahkûmdurlar.
Beynin daha da gelişmesi sinirlerin bağırsaktan ayrılmasını gerektirir. Omurgalı balığın ortaya çıkması, omurilik ve beynin sonraki gelişim modelini sunar. Kafatası boşluğu büyümüş bir beyni barındırabilir ve sinirler beyinden çıkarak omurga içinden geçip omuriliğin aşağılarına ulaşırlar. Göz çukurlarında optik desenleri sinir sistemine sunabilen görüntü oluşturucu bir göz gelişti. Karada amfibilerin ve sürüngenlerin ortaya çıkışı, ön beyin bölgesinin muazzam gelişimine tanık oldu ki, bu da optik loblar sayesinde gerçekleşti.
Yirmi yıl önce, California Üniversitesinden Harry Jerison, beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüyle bağıntılı olduğu fikrini geliştirdi ve bunun evrimsel gelişiminin izini sürdü. Jerison sürüngenlerin 300 milyon yıl önce küçük beyinli olduklarını ve bugün de öyle kalmış olduklarını keşfetti. Dinozorlar da dahil olmak üzere, sürüngenlerin beyin büyüklüğünün vücut büyüklüğüne bağlı olarak çizilen grafiği düz bir çizgi oluşturmuştur. Ne var ki, yaklaşık 200 milyon yıl önce ilk memelilerin evrimi göreli beyin büyüklüğünde bir sıçramaya işaret eder. Bu küçük gece hayvanları ortalama bir sürüngenden dört beş kat daha büyük beyinlere sahiptiler. Bu, büyük ölçüde, yalnızca memelilere özgü olan serebral korteksin gelişimi nedeniyleydi. Beyin yaklaşık 100 milyon yıl aynı göreli büyüklükte kaldı. Sonra, 65 milyon yıl kadar önce, hızlı bir gelişme gösterdi. Roger Lewin’e göre beynin gelişimi 30 milyon yıl içinde “dört ilâ beş kat artmıştı ve en büyük artışlar, ungulatlar (toynaklı memeliler), etoburlar ve primatların evrimiyle çakışmaktaydı.” (New Scientist, 5 Aralık 1992.)

Maymunlar, insansı maymunlar ve insanlar evrimleştikçe beyin büyüklüğü daha da arttı. Vücut büyüklüğü dikkate alındığında maymunların beyinleri modern memeli ortalamasının iki ilâ üç katıdır, ama insan beyni altı katıdır. Beynin gelişimi sürekli tedrici bir gelişme değil, kesintiler, başlangıçlar ve sıçramalardan oluşan bir gelişme sergilemiştir. “Kalın fırçalarla çizilmiş bu resim önemli ayrıntıları atlıyorsa da asıl mesaj yeteri kadar nettir;” diyor Roger Lewin, “beynin tarihi, değişim patlamalarıyla kesintiye uğrayan uzun durgunluk dönemlerinden oluşur.”
Beynin göreli büyüklüğü, beyin hacminin yüzde 70-80’ini oluşturan bir korteks geliştirerek 3 milyon yıl içinde –evrimsel bir sıçrama– üç katına çıktı. İki ayaklı ilk hominid türü 10 ilâ 7 milyon yıl önce evrimleşti. Ne var ki, insansı maymunlarla aynı düzeyde olan beyinleri görece küçüktü. Ardından, yaklaşık 2,6 milyon yıl önce Homonun doğuşuyla birlikte hızlı bir büyüme gerçekleşti. “Modern insanların atalarının evriminde bir sıçrama gerçekleşti” diyor Kiel Üniversitesinden jeolog Mark Maslin. “Bulunan kanıtlar” diye açıklıyor Lewin, “beyin büyümesinin 2,5 milyon yıl kadar önce, yani taş aletlerin ilk ortaya çıkmasıyla çakışan bir dönemde başladığı hissini veriyor.” Engels’in açıkladığı gibi, emekle birlikte beynin büyümesi ve konuşmanın gelişmesi çıka geldi. İlkel hayvan iletişimi, nitel bir ilerleme olarak dilin yolunu açtı. Bu durum ses tellerinin gelişmesine de bağlı olmalıydı. İnsan beyni, yakın akraba olduğumuz şempanzenin çok ötesinde soyutlamalar ve genellemeler yapma yeteneğindedir.
Beynin büyüklüğündeki artış, sinir şebekesinin karmaşıklığının artmasını ve reorganizasyonunu da beraberinde getirdi. Bundan asıl yararlanan, insansı maymunlardakinin altı katı büyüklükte olan korteksin ön kısmı, önyüz bölgesi olmuştur. Büyüklüğü nedeniyle bu bölge, diğer beyin bölgelerinden gelen bağlantıların yerini alarak orta beyne daha fazla lif bağlantısı kurabilir. “Bu durum, dilin evrimi için önemli olabilir” diyor Harvard Üniversitesinden Terrence Deacon, önyüz bölgesinin insanın belli konuşma merkezlerine ev sahipliği yaptığına dikkat çekerek. Bilincin bu gerçekliği, insanlarda kendinin farkına varışta ve düşüncede açığa çıkar. Steven Rose şöyle diyor:

Bilincin ortaya çıkışıyla, insanlarla diğer türler arasındaki kritik ayrımı oluşturan, ileriye doğru nitel bir evrim sıçraması olmuştur, böylelikle insanlar çok daha fazla çeşitlenmiş ve diğer organizmalar için mümkün olandan daha karmaşık etkileşimlere maruz kalmıştır. Bilincin doğuşu insanın varoluş tarzını nitel olarak değiştirmiştir; bilinçle birlikte, karmaşıklığın yeni bir düzeni, daha yüksek bir hiyerarşik örgütlenme düzeni görünür hale gelir. Ama bilinci statik bir biçim olarak değil de, birey ile çevresi arasındaki etkileşimleri de kapsayan bir süreç olarak tanımladığımızdan dolayı, insan ilişkileri insan toplumunun evrimi boyunca dönüşürken insan bilincinin de nasıl dönüştüğünü görebiliriz. Kafatası kapasitemiz ya da hücre sayımız ilk Homo sapiensten pek farklı olmayabilir, ama çevremiz –toplum biçimlerimiz– çok farklıdır ve bu nedenle bilincimiz de çok farklıdır; bu aynı zamanda beyin durumlarımızın da çok farklı olduğu anlamına gelir.[6]

Kaynak: Aklış İsyanı – Alan Woods & Ted Grant
—————————————-
[1] Blackmore ve Page, Evolution: the Great Debate (Evrim: Büyük Tartışma), s.185-6.
* Serebral korteks, beyin kabuğu. (ç.n.)
[2] Steven Rose, The Conscious Brain (Bilinçli Beyin), s.31.
[3] S. Rose, Molecules and Minds (Moleküller ve Akıl), s.23.
** Medulla oblongata: omurilik soğanı. (ç.n.)
*** Serebrum: beyin. (ç.n.)
[4] S. Rose, The Making of Memory (Beleğin Oluşumu), s.91.
[5] S. Rose, The Conscious Brain, s.28.
**** Ganglion: Merkezi sinir sistemi dışında bulunan sinirlerde hücre gövdelerinin oluşturduğu küme.(ç.n.)
[6] S. Rose, The Conscious Brain, s.179.

alıntı
 

daniel

Kayıtlı Üye
Katılım
18 Ağu 2010
Mesajlar
128
Tepkime puanı
28
Aklin bir makina oldugunu dusunmuyorum benzetme olarak.

Ama beynin bir makina isleyisi gorevini yerine getirdiginin en guzel kaniti, alt ve ust motor noron tabir ettigimiz yapilarin, tutulmasi halinde, tum vucuda etki edecek ve yetenegi kisitlayacak hasar siddetine sahip olmasi..

Tum bedenin tamamiyla elektrik ile calisiyor olmasi da gercekten muthis...
 
Üst