Îsar

faruki777

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Mar 2010
Mesajlar
161
Tepkime puanı
13
Konum
Hatay
İş
Serbest
Îsar, peygamberlere ve Hakk’ın velî kullarına mahsus, fedâkârlık ve cömertliğin zirvesi olan bir haslettir. Nefsinden fedâkârlık yaparak, hakkından vaz geçerek, kendinin de muhtaç olduğu bir hakkı veya imkânı, diğer bir mü’mine devredebilmektir. Her hâlükârda kendinden önce din kardeşinin huzur ve saâdetini düşünebilmektir. Yâni benlikten diğergâmlığa geçip “önce ben” yerine “önce o” diyebilmektir.

Nitekim “İnfak nedir?” suâline Hakîm Tirmizî -kuddise sirruh-:

“İnfak; başkasının sevinci ile huzur bulmaktır.”1 karşılığını vermiştir.

Hak dostlarını bu güzel ahlâka sevk eden en kuvvetli âmil, onların fıtratlarının merhamet hamuruyla yoğrulmuş olmasıdır. Yine onların, “Mü’minler ancak kardeştir...” (el-Hucurât, 10) ilâhî mesajını bilhassa zor zamanlarda bir ibadet heyecanıyla îfâ etmeleridir.

Îsar, cömertliğin zirvesidir. Zîrâ cömertlik, malın fazlasından kendine lâzım olmayanı vermektir. Îsâr ise, muhtâc olduğu ve kendisine de lâzım olan bir şeyi, kendisinden koparıp verebilmektir. Nefsin îtirazlarını susturarak, ihtiraslara set çekerek kazanılan rûhânî bir zaferdir. Rabbimiz, kullarında görmeyi murâd ettiği bu ahlâka dâir, bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Onlar, kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size, sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları, o günün fenâlığından korur, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr bahşeder.” (el-İnsân, 8-11)

Hakîkaten, insanın varlık içindeyken infâk edebilmesi kolaydır. Böyle bir infak, malın fazlasından verildiği için kişinin nefsini çok fazla zorlamaz. Zor olan, yokluk içinde de cömert olabilmektir.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ne güzel buyurur:

“Dünyalık sana yöneldiği zaman, vermesini bil. Zîrâ vermek, onu tüketmez. Dünyalık senden yüz çevirdiği zaman yine ver. Çünkü o devamlı kalmaz!”

Îsarda, yâni kişinin kendisinin de muhtaç olduğu bir şeyi infâk edişinde, nefsin çetin fırtınalarına sabredip rızâ ve teslîmiyetle fedâkârlık yapabilmek söz konusudur. Bu da her yiğidin harcı değildir. Bu ahlâkı sergileyebilmek, mânevî bir olgunluk, kalb temizliği ve ruh sâfiyeti ister.

Her hayrın ecri, onun zorluğu nisbetindedir. Bu yönüyle îsârın ecri de, sâir infaklardan çok daha büyüktür. Bunun içindir ki Hak dostları, bu ahlâkın mânevî kazancını eşsiz bir ganîmet telâkkî etmişlerdir. Onun âhiretteki saâdet ve saltanatına erebilmek için bu fânî âlemde “fakirlikten korkmaksızın” infâk etmek sûretiyle, gönül zenginliğine nâil olmuşlardır.

Hak dostu Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Bir çınarın yaprakları dökülürse, Cenâb-ı Hak, ona yapraksız da yaşama gücü verir. Cömertlikten ötürü elinde mal kalmasa, Allâh’ın inâyeti, seni hiç ayak altında çiğnetir mi?”

Dolayısıyla îsar, risk alarak verebilmektir. Mahrum olmayı, aç kalmayı göze alarak elindekini din kardeşine ikrâm edebilme büyüklüğünü gösterebilmektir. Nefse ne kadar ağır gelse de yüzü ekşitmeden, gönül hoşluğuyla infâk edebilmektir.

Her Nîmetten Îsar

Îsar, sırf para veya mala has bir fedâkârlık değildir. Allah Teâlâ bize ne ihsân ettiyse, kendi rahat ve menfaatimizi geri plana atarak, nefsimizin cimriliğine gem vurarak, şart ve imkânlarımızı zorlayarak, onu Allah yolunda infâk edebilmektir. Yâni îsar, bütün maddî ve mânevî nîmetlerden, kâbiliyet ve istîdatlardan, ilimden, irfandan “fedâkârâne” infakta bulunabilmektir. Bu da îsârın kalpte bir meleke hâline gelmesiyle mümkündür.

Meselâ bir Kur’ân muallimi; “Benim ne gücüm var ki infâk edeyim?” dememelidir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lutfettiği Kur’ân’a hizmet imkânını ganimet bilip, şahsî istirahat zamanlarından bile fedâkârlık yaparak hizmetine devam etmelidir. Bu takdirde o da îsar ehli olmuş olur.

Fahr-i Cihân Efendimiz, Tâif’te İslâm’ı tebliğ ederken taşlandı. Lakin orada bir kölenin müslüman olması, O’nun hüznünü hafifletti. Bu çileli yolculuğun ardından, durup dinlenmeden, müşrik kabilelerden câhiliye haccı için gelenlere gitti. Onlara, kavminin mü’minlere karşı nasıl terör estirdiğini anlatıp, “Beni kavminize götürün, size tebliğ edeyim.” dedi. Tebliğ vazîfesini îfâ adına bir çileden diğerine koştu. Kendi rahat ve istirahatını unuttu. Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

“Öyleyse, bir işi bitirince yine kalk, hemen başka bir işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirah, 7-8)

O hâlde Allah yolunda yapılabilecek sayısız gayretler için, rahatımızı terk etmek pahasına fedâkârlıkta bulunabilirsek -inşâallah- bizler de îsar ehli oluruz.

Allah Rasûlü’nün ve Ashâbın Îsârı

Her hususta olduğu gibi îsar bahsinde de en güzel örneğimiz, Peygamber Efendimiz ve O’nun nebevî terbiyesi altında yetiştirdiği güzîde sahâbîleridir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisinden bir şey isteyeni boş çevirdiği görülmemişti. Kendisinden bir şey istenildiği zaman, o an verecek hiçbir şeyi olmasa bile muhakkak bir imkânını bulur, infaktan geri kalmazdı. Nitekim birgün muhtaç bir kimse gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü:

“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim adıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Bunu duyan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.

Efendimiz, Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadı. Ensâr’dan biri:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi.

Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in hoşuna gitti. Tebessüm ederek:

“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)

Yâni Peygamber Efendimiz, borç alarak infâk edebilecek kadar cömertti. O’nun diğergâmlıktaki bu kâbına varılmaz incelik ve zarâfeti, biz ümmeti için ne güzel bir fiilî kıstastır.

Yine Allah Rasûlü’ne bir süt getirilse, onu önce fakir sahâbîler olan Ashâb-ı Suffe’ye ikrâm ederdi. Ashâbı açken kendisini doyurmayı düşünmezdi. Zîrâ O’nun nazarında infak ve fedâkârlığın hazzı, duyulabilecek bütün lezzetlerin şâheseriydi. Bir şâir, Efendimiz’in bu îsar hâlini ne güzel bir teşbîh ile îzah eder:

“Bir gün biri, Sen’i cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hatâ etmiş olur. Çünkü bulutlar verirken ağlar, fakat Sen verirken gülersin.”

Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir vefât ettiklerinde, Âişe vâlidemizin odasına defnedilmişlerdi. Hazret-i Âişe de odasında kalan bir kişilik yere kendisi defnedilmeyi arzu ediyordu. Fakat Hazret-i Ömer

-radıyallâhu anh- hançerlenerek ağır yaralandığında, o yerin kendisine bağışlanması için, oğlunu Hazret-i Âişe’ye ricâcı olarak gönderdi. Hazret-i Âişe de kendi hakkından ferâgat ederek o yeri Hazret-i Ömer’e ikrâm etti.

Yine Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın, oruçlu olduğu bir gün, yoksulun biri gelerek kendisinden yiyecek bir şeyler istemişti. Âişe vâlidemizin evinde, akşam iftar edeceği bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetkârına onu vermesini söyledi. Hizmetkârı îtiraz edecek olduysa da Âişe vâlidemiz ısrar edip o ekmeği verdirdi. Akşam olunca birisi Âişe vâlidemizin evine bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Âişe vâlidemiz hizmetkârını çağırarak:

“–Buyur ye, bu, senin (vermeye kıyamadığın) ekmeğinden daha lezzetlidir!” buyurdu. (Muvatta, Sadaka, 5)

Zîrâ onlar çok iyi biliyorlardı ki, Cenâb-ı Hak, kulundan daha cömerttir ve kulunu zorda bırakmaz. İnfâk edilenin yerine ondan daha hayırlısını lutfeder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir...” (es-Sebe, 39)

İşte bu mânevî alışverişlerin yüksek kazancını bilen mü’minlerde infâk etmek, bir lezzet hâline gelmiştir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Kumaş satan kişi, elindeki kumaşın fazla para getireceğini görünce, o kumaşa olan sevgisi soğur, onu hemen satmak ister. Fakat kumaşının fazla para getireceğini görmese, ona bağlanır, elinden çıkarmak istemez.”

“Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı zâyi olmaktan korur!”

Sahâbeden Câbir -radıyallâhu anh-, Ensâr’ın Muhâcir kardeşlerine olan îsarlarını şöyle anlatır:

“Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafın altına hurma dalları koyarak o tarafı çok gösterir, Muhâcirler’e; «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da çok görünen fazla yığın Ensâr kardeşlerimize kalsın diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu yine Muhâcirler’e gelirdi. Ensâr da bu yolla az olan kısmın kendilerine kalmasını sağlamış olurlardı...” (Heysemî, X, 40)

Îsârın mânevî hazzını yaşayabilmek uğruna sergilenen ne ince bir davranış… Maddî ve fânî menfaatleri geri planda bırakacak kadar ulvî bir fedâkârlık ve kardeşlik hâli…

Yine sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah, ordu kumandanı iken çölde kendisine soğuk su ve taze ekmek getirildiğinde; “Askerim de bunu bulabiliyor mu?” diye sormuş ve bunun kendisi için husûsî tedârik edildiğini öğrenince o yiyeceklere el sürmemiş; “Askerim ne yiyorsa bana da ondan getirin.” demiştir. Zîrâ o azîz sahâbî de “önce nefsim” değil, “önce din kardeşlerim” diyenlerdendi.

Bir yoksul, Peygamber Efendimiz’e gelerek aç olduğunu söyledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- hanımlarına haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. Fakat bütün hanımlarından aynı cevap geldi:

“–Allâh’a andolsun ki, evde sudan başka bir şey yok.”

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ashâbına dönerek bu şahsı kimin misâfir edebileceğini sordu. Hemen Ensar’dan biri kalkarak:

“–Ben misafir ederim!” dedi ve o yoksulu evine götürdü. Halbuki evinde ancak çocuklarına yetecek kadar az bir yiyecek vardı. Hanımına:

“–Çocukları oyala. Misafirimiz gelince lambayı söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım.” dedi.

Sofraya oturdular. Misafir karnını güzelce doyurdu. Sabahleyin ev sahibi, Allah Rasûlü’nün yanına gitti. Onu gören Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Bu gece misafirinize ikramınız sebebiyle Allah Teâlâ sizden çok hoşnud oldu.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6)

Hak Dostlarının Îsârı

Allah Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanan Hak dostları da, tıpkı sahâbenin sergilediği gibi nice îsar numûneleri sergilemişlerdir. Bunlardan birini Antakyalı Ebu’l-Hasan şöyle nakleder:

“Bir defasında otuz küsur kişi Rey şehri civarındaki bir köyde toplanmıştı. Bunların, hepsine yetmeyecek kadar sayılı çörekleri vardı. Çörekleri parçaladılar, ışıkları kısarak yemeğe oturdular. Bir müddet sonra sofra kaldırıldığında ekmeklerin olduğu gibi sofrada durduğunu ve her birinin diğer kardeşini kendisine tercih ederek kimsenin bu çöreklerden yemediğini gördüler.” (İhyâu Ulûmiddîn, III, 572)

İşte diğergâmlığa ulaşabilen mü’minlerin gönül ufku… “Önce ben” değil, “önce o” diyebilmek… Yine bu güzel ahlâkın ibret dolu misallerinden biri de Dâvud-i Tâî Hazretleri’ne âittir:

Hizmetine bakan talebesi birgün ona:

“–Biraz et pişirdim; lütfen buyrun?” dedi. Üstâdının sükût etmesi üzerine de eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî Hazretleri, önüne konan ete bakarak:

“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebesi:

“–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu:

“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî talebe ise:

“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diyerek ısrar edecek oldu. Fakat Dâvud-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip:

“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..” dedi.

Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri de şöyle anlatır:

“Birgün pazara gitmiştim. Çok fakirdim. Bir kişi yanıma gelerek aç olduğunu söyledi. O vakit hiçbir imkânım da yoktu. Sâdece eski ve fitil fitil olmuş bir sarığım vardı. O aç insanı alıp bir aşhâneye götürdüm. Aşçıya:

“–Şu sarığımı al. Eski, fakat temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Yalnız bunun karşılığında şu aç insanı doyurur musun?” dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etti. Fakat söz verdiğim için almadım. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.” (Hadâiku’l-Verdiye, s. 651)

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri, sonradan büyük bir servete sâhip oldu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Hazret, o zamanki hâlini de şöyle anlatır:

“Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki dört hastanın hizmetini üzerime aldım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben, onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devâm ettim.” (Hadâiku’l-Verdiye, s. 653)

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin hâli ne ibretlidir. Hazret, dilese sahip olduğu servet ile bütün bu hizmetleri hiç yorulmadan yaptırabilir, kendisini hiç zahmete sokmayabilirdi. Ancak îsar fazîletinden mahrum kalmamak için, şahsî rahatından fedâkârlık ve ferâgatte bulunuyordu.

Abbâs bin Dehkan naklediyor:

“Bildiğim insanlar arasında dünyaya geldiği gibi ölen tek insan, Bişr bin Hâris’dir. Dünyaya çıplak geldi ve çıplak gitti. Ölüm döşeğinde iken biri gelerek ondan bir şey istedi. O esnâda onun, üzerindeki gömlekten başka bir şeyi yoktu. Onu da çıkardı, yoksula verdi. Başka birinden ödünç gömlek aldı ve o şekilde vefât etti. Yâni ölünce bir gömleği bile yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti.”

Öte yandan, Allah yolundaki hizmetlerde mühim olan da, bir hizmeti hiç kimse yapmazken onu yapabilmek, bir garibi kimse sahiplenmezken ona sahip çıkabilmektir. “Hak dostları kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.” sırrına nâiliyet de böyle olur. Kimsenin vermeye kıyamadığı şeylerden fedâkârlık yapmakla olur. Velev ki bu fedâkârlık, candan bile olsa…

Îsârın Zirvesi: Candan Îsâr

Îsar, dînî gayretlerin şâheseridir. Allah ve Rasûlü’nün sevgisini, bütün fânî sevdâların üstüne çıkarabilmektir. Bunun içindir ki Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Ömer’in şahsında bütün ümmetine:

“–Beni canından da çok sevmedikçe kâmil mü’min olamazsın!” buyurmuştur.2 Nitekim Ömer -radıyallâhu anh- da, Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbetinin bedelini canıyla ödeyerek şehîden Rabbine kavuşmuştur.

Aşk-ı ilâhî, gerçek bir fedâkârlık ister. Ancak fânî muhabbetlerden vazgeçmekle kavuşulur. Aşk ve muhabbetin kantarı, fedâkârlıktır. İnsanlar en büyük bedeli, muhabbetleri uğrunda öderler. Çünkü herkes, sevdiği uğrunda, muhabbeti nisbetinde fedâkârlığa katlanır. Aşk ve muhabbet kemâle erince, sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlık da zirveye ulaşır. O zaman artık cefâlar dahî safâ hâline gelir.

Îmânı böyle bir aşk ile yaşayanlar, canlarını bile fedâ etmekten çekinmezler. Nitekim Rasûl-i Ekrem Efendimiz hicret edeceği gece, düşmanları tarafından evi sarıldığında, yatağına Hazret-i Ali’yi yatırarak evinden çıkmıştı. Hazret-i Ali, ölümü göze alarak korkusuzca Efendimiz’in yatağına uzandı.

Îsârın zirvesindeki mü’minler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder…” (el-Bakara, 207)

Hazret-i Mevlânâ da bu hâli ne güzel târif eder:

“Candan daha azîz bir şey olmadıkça, can azîzdir. Fakat candan kıymetli bir şey elde edilince, canın adı bile anılmaz. Mal ve can, kar gibi erir, gider. Fakat onlar Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da; «Allah cennet karşılığında mü’minlerden mallarını ve canlarını satın aldı…»3 buyrulur.”

Meşhur sûfî aleyhtârı Gulâm Halil, bütün sûfîlere karşı düşmanca bir tutum sergilemekteydi. Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî’nin de aralarında bulunduğu bir grup sûfîyi tutuklatıp devlet merkezine sevk etti. Çıkarılan bir fermanla îdamlarına karar verildi. Cellât, dervişlerden birinin boynunu vuracağı anda Ebu’l-Hüseyn Hazretleri gönüllü olarak öne atıldı. Halk bu harekete şaşırdı. Cellât da:

“–Ey civanmert! Sen öne atılıyorsun ama, bu kılıç o kadar rağbet edilecek bir şey değildir. Henüz senin sıran gelmedi, neden acele ediyorsun?” dedi. Ebu’l-Hüseyn -kuddise sirruh-:

“–Benim yolum îsar yoludur. En değerli şey de; candır, hayattır. Şu birkaç nefeslik vaktimi, kardeşlerimin biraz daha yaşamaları için fedâ etmek istiyorum. Zîrâ dünyadaki bir nefes alacak kadar vakit, bizim için âhiretteki bin yıldan daha değerlidir. Çünkü burası Hak rızâsını kazanma yeridir, orası ise Hakk’a yakın olma mahallidir. Hakk’a yakınlık da hizmetle elde edilir. Bunun için şu birkaç nefesimi dostlarıma fedâ ediyorum.” dedi.4

Mal, can ve evlât, insanın en fazla düşkün olduğu ve en zor vazgeçebileceği varlıklardır. Bu itibarla bu üç hususta verilecek imtihanlar da en zor imtihanlardır. Cenâb-ı Hak nice kullarını bu hususlarda ağır imtihanlara tâbî tutmuş ve kullukta samîmiyet derecelerini sınamıştır.

İbrâhim -aleyhisselâm- bu üç husustaki imtihânı da Allah’ın lutfuyla kazanarak Hakk’a “Halîl: dost” olmuştur. O, fakirlikten korkmaksızın bütün malını infâk etmiş, tevhîd mücâdelesi uğruna gözünü kırpmadan Nemrud’un ateşine atılmış, böylece gerektiğinde canını da Rabbine teslîm edebileceğini göstermiştir. İnsanoğlu için en ağır imtihan vesîlelerinden bir diğeri olan evlât husûsunda da Hakk’a itaat ve teslîmiyetin âbidesi olmuştur.

Evlât, neslin devâmına medâr olduğundan, insanın fıtratında meknuz olan ebedîlik arzusunun bir nevî tatmin vâsıtasıdır. Bunun için insanoğlu, evlâdına karşı çok düşkündür. Zîrâ evlât, anne-babanın devâm eden bir parçasıdır.

İbrâhim -aleyhisselâm- da, oğlu İsmâil’i kurban etmesi emredilerek, imtihanların en ağırına tâbî tutuldu. Hem kendisinin, hem de oğlu İsmâil’in kâbına varılmaz rızâ ve teslîmiyetlerinin bu dünyâdaki mükâfâtı olarak, melekler tarafından koç indirildi. Onların bu candan fedâkârlık hâtıraları, kıyâmete kadar devâm edecek olan bütün îman nesline bir ibâdet olarak hediye edildi.

Bu itibarla kurbandan asıl maksat, gerektiğinde Hak uğrunda canından bile fedâkârlık göstereceğine dâir, kulun Rabbine söz vermesidir. Yine kurban, takvâ imtihanını kazanabilmek, Hakk’a itaat ve teslîmiyetimizi tescilletebilmektir. Nitekim âyet-i kerîmede de kurbanlar hakkında:

“Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hac, 37) buyrulmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ, candan îsârın fazîletini ne güzel ifâde eder:

“Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

İki melek dâimâ niyâz eder: «Yâ Rabbi! Fakirlerin ihtiyacını gören cömertleri doyur, onların verdikleri her dirheme karşılık, yüz bin dirhem ihsân et...»

Hele canını verene, boğazını uzatıp Yaratan’a kurban olana... O kimse, Hazret-i İsmâil gibi boğazını uzatmış, Allah yolunda kurban olmaya hazırlanmıştır. Fakat Allah, o boğazı kestirmez.”

“Sen, Allah rızâsı için ekmek verirsen, sana da ekmek verirler. Allah uğruna can verirsen, sana can bahşederler.”

“Hakk’ın cömertliğini görseydin, nasıl olur da canını esirgerdin? Canın için nasıl olur da bu kadar gamlanırdın? Irmağın kıyısında durup da suyu esirgeyen, ırmağı göremeyen kalbi kör kişidir.”

Îsârın Muhteşem Bereketi

Nefsinden ferâgat edip îsâr ile verilen bir dirhem, böyle olmayan yüz binlerce dirhemlik sadakadan daha üstündür. Bunu şu hadîs-i şerîf ne güzel îzah eder:

Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb:

“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevâbı verdi.

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini (yâni malının yarısını) infâk etti. Diğeri (ise hayli zengin biriydi. O da) malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu infâk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Demek ki infâk edilen malın miktarından çok, infak edenin fedâkârlık derecesi mühimdir. Buna göre hakîkî zenginlik, mal çokluğu değil gönül tokluğu; hakîkî cömertlik de, imkânlarını zorlayarak fedâkârâne infakta bulunmaktır.

Sehl bin Abdullah et-Tüsterî anlatıyor:

Mûsâ -aleyhisselâm- Allah Teâlâ’ya:

“–Yâ Rab! Muhammed -aleyhisselâm- ile ümmetinden bâzılarının cennetteki mevkîlerini bana göster!” diye ilticâ eder. Hak Teâlâ’dan şöyle bir hitap gelir:

“–Ey Mûsâ! Sen buna güç yetiremezsin. Fakat Ben onların büyük derecelerinden birini sana göstereyim. Bu derece ile O’nu, senden ve bütün mahlûkattan üstün kıldım.”

Daha sonra melekût âleminden kendisine bir kapı açılır. Onun makâmının nûrunu ve Allah ile olan yakınlığını görünce, nerede ise kendinden geçer. Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ O’nun nasıl bu dereceye yükseldiğini sorar. Allah Teâlâ:

“–O’na verdiğim yüksek bir ahlâk sâyesinde.” buyurur. Hazret-i Mûsâ bu ahlâkın ne olduğunu sorunca da Cenâb-ı Hak:

“–Îsâr, yâni başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcına tercih etmektir. Bu ahlâk ile kim Bana gelirse, Ben onu hesaba çekmekten hayâ eder ve onu cennetin istediği yerinde iskân ederim!” buyurur. (İhyâ, III, 570-571)

Elbette böyle zirvelere ulaşabilmek herkesin kârı değildir. Ancak o ufka ne kadar yaklaşabilirsek o kadar değerli nasipler elde edeceğimiz muhakkaktır. Unutmayalım ki İslâm’ın güleryüzünü bütün ihtişâmıyla sergileyen îsar ahlâkında atacağımız en ufak bir adım, belki de bizler için ebedî bir kazanç kapısı olacaktır.

Ayrıca hadîs-i şerîfte; “Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15) buyrularak bizlere mes’ûliyetimizin büyüklüğü hatırlatılmaktadır. Bir uzvun acısını bütün vücut hissettiği gibi, bütün müslümanlar da din kardeşlerinin ıztırâbını yüreklerinde hissedebilmelidirler.

Dolayısıyla bizler de en yakınımızdan başlayarak tâ Afrika’daki, Açe’deki velhâsıl dünyanın dört bir yöresindeki din kardeşlerimizin ıztırâbını derinden hissetmek mecbûriyetindeyiz.

Cenâb-ı Hak, hayatımızı asr-ı saâdetten ve Hak dostlarının mânâ iklîminden gelen rahmet esintileriyle feyizlendirsin! Dünyanın dört bir tarafındaki muhtaç ve muzdarip din kardeşlerimiz için yapacağımız fedâkârlıkların vicdan huzurunu, âhiretteki ebedî bayramın daha bu dünyadaki saâdet tezâhürü eylesin!

Âmîn…

Dipnotlar: 1) Altınoluk Sohbetleri, c. 3, s. 48. 2) Bkz. Buhârî, Eymân, 3. 3) et-Tevbe, 111. 4) Hucvurî, Keşfü’l-Mahcûb, trc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1996, s. 302.
 

orenkayali

Kayıtlı Üye
Katılım
9 Eki 2008
Mesajlar
33
Tepkime puanı
3
Allah razi olsun kardesim,ne güzel bir paylasimda bulunmussunuz.Cok Tesekkür ederim böyle güzel bir yaziyi okudugum icin...
 
Ü

Üye silindi 56746

bir yandan Allah'ın bizlere verdiği mal sevgisi; diğer yanda o malın bizim olmadığını hatırlamak ve nihai adım olarak o malın zekatını verebilmek, üstelik Allah'ın vermemizi istediği ölçüde vermek, daha azını değil. düşünüyorum hangi temel ibadet nefse daha zor gelir; namaz mı yoksa zekat mı?
 

STiNG44

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Ağu 2013
Mesajlar
105
Tepkime puanı
55
Çok uzun olmasına rağmen zevk alarak okudum ve kendime çok şey kattım çok teşekkürlerr paylaşım için.
 
Üst