Tebessüm

faruki777

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Mar 2010
Mesajlar
161
Tepkime puanı
13
Konum
Hatay
İş
Serbest
Dünyâ hayatı, kâh sevinç kâh hüzün, binbir med-cezirler içinde devam edip gider. Gönül öyle bir misafirhânedir ki, orada yaşanan elem ve ıztıraplar da, sevinç ve mutluluklar da birer misafir hükmündedir. Hiçbiri dâimî ve kalıcı değildir. Bu yüzden mü’minin hâdiseler karşısında aşırı sevinç veya aşırı hüzne kapılarak fânî hayatın huzur ve îtidâlini gereksiz yere bozmaması îcâb eder.


Mükemmel bir örnek şahsiyet olarak insanlığa armağan edilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı, çileler ve ıztıraplar manzûmesidir. Nitekim kendisi bu hâlini; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurarak ifâde etmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Ancak çektiği çilelerin hiçbiri, Allah Rasûlü’nün metânetini ve muvâzenesini bozamadı. O, bütün bunları büyük bir olgunluk ve rızâ hâliyle karşıladı. Gönlü nice acılarla dağlanmasına rağmen, gül yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. O’nu hiç kimse, hiçbir zaman asık bir yüzle, çatık kaşla ve abus bir çehre ile görmedi. Zîrâ O, Hak Teâlâ ile berâberliğin neşe ve huzuru içinde dâimâ tebessüm hâlinde bulunur, her hâlükârda İslâm’ın güler yüzünü aksettirirdi.

Kendilerini Rasûlullah’ta fânî kılan ashâb-ı kirâm ve evliyâullâh’ın da iç dünyâlarının güzellikleri sîmâlarına aksetmiş, dâimâ tebessüm hâlinde olmuşlardır. Nitekim Ümmü’d-Derdâ -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:

“Ebu’d-Derdâ, bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Birgün ona:

«–İnsanların senin bu hâlini tuhaf karşılamasından endişe ediyorum!» dedim. O ise bana:

«–Allah Rasûlü bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi.» dedi.” (Ahmed, V, 198, 199)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allah yolundaki gayretleri, mübârek yüzünde bir gül gibi açan dâimî tebessümleri, O’nun Allah Teâlâ ile huzur verici beraberliğinin en güzel misâliydi.

Her insan sevinmekten haz duyar. Ancak her şeyin olduğu gibi sevinmenin de bir ölçüsü, hadd-i lâyığı vardır. Başa gelen musîbetler sebebiyle kendini mahvedercesine eleme gark olmak nasıl hatalı ise, sevinç ve mutluluk veren hâdiseler karşısında kendini kaybedercesine kahkahalar atmak gibi taşkınlıklar da insanlık haysiyet ve şahsiyetini zedeleyici hâllerdir.

Mü’min, dâimâ rakik, ince, hassas bir kalbe sahip olmalı, sîmâsından da tatlı bir tebessümü eksik etmemelidir. Tebessüm, taşkınca gülmenin hafifliğine karşı mü’minin vakârı, diğer taraftan asık suratın iticiliğine karşı da mü’minin câzibesidir.

Hazret-i Mevlânâ, gülmek gibi sıradan görülen bir davranışın bile kişinin karakterini ele verdiğinden hareketle ince bir îkazda bulunur:

“İnsanın nasıl güldüğünden edebini, neye güldüğünden aklını anlarım.”

Haddinden fazla ve taşkınca gülüp neşelenmek, kimi zaman insanı gaflete sevk ederek ona bu âlemde imtihana tâbî bir kul olduğu hakîkatini unutturuverir. Asıl ve ebedî saâdetin âhirette olduğunu unutmak ise, gönlün fânî hazlara esâretiyle neticelenir. Bunun uzun müddet devâmı hâlinde, şen-şakrak kahkahalar rûha zehir saçar, kalpler kasvete bürünür, katılaşır, hassâsiyetlerini yitirir.

Fazla ve taşkınca gülmenin, kişiyi mânen hangi handikaplara sürükleyebileceği husûsunda Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu îkazı çok ibretlidir:

“Gülmesi çoğalanın heybeti azalır. Fazla şaka yapan, eğlenceye alınır. Bir şeyi çok yapan, onunla tanınır. Çok konuşan, çok hatâ yapar. Çok hatâ yapanın hayâsı azalır. Hayâsı azalan kimse şüpheli şeylerden az kaçınır. Şüpheli şeylerden az kaçınanın da kalbi ölür!” (İhyâ, III, 288)

En mühim mânevî hastalık olan gaflet, insana içinde bulunduğu mes’ûd hâli kalıcı gibi göstererek onu aldatır. Önündeki ölüm, diriliş, hesap, sırat gibi zor menzilleri unutturarak onu asıl meselelerinden gâfil kılar. İnsanoğlunun bu umûmî vasfı Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz, gaflet içinde oyalanmaktasınız.” (en-Necm, 60-61) âyetleriyle ifâde buyrulur.

Bu meyanda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“Siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

Hazret-i Mevlânâ, bu hakîkatlerin îzâhı mâhiyetinde şu nasihatte bulunur:

“Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”

İmam Gazâlî Hazretleri de şöyle bir kıssa nakleder:

Adamın biri, taşkınca gülmekte olan kardeşine:

“–Cehennemden kurtulacağına dâir bir haber mi aldın?” diye sorar. Kardeşinden; “–Hayır.” cevabını alınca da:

“–O hâlde nasıl (böyle) gülebiliyorsun!” der. (İhyâ, III, 288)

Zîrâ peygamberlerin dışında hiçbir kul, cennetle teminat altında değildir.

Vehb bin Verd -rahmetullâhi aleyh-, halkın bayram günü aşırı güldüklerini görünce onlara şu nasihatte bulunur:

“Eğer günahlarınız bağışlandıysa bu hâl, şükredenlerin hâli değildir. Eğer günahlarınız bağışlanmadıysa bu, (ilâhî azaptan) korkanların hâli değildir!” (İhyâ, III, 288)

Muhammed bin Vasi’ -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der:

“Cennette duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyada henüz gideceği yeri(n cennet mi, cehennem mi olacağını) bilmeyen kimsenin aşırı gülmesi de o nisbette şaşılacak şeydir.” (İhyâ, III, 289)

Bu hâl, İslâm ahlâkının mü’mine kazandırdığı şahsiyet ile ilgili olarak çok mühim bir ölçü ihtivâ etmektedir. Demek ki mü’min, iç âleminde ebedî ve muazzam endişelerin volkanları kaynamasına rağmen, yüzünde sâkin bir liman gibi sükûnet tevzî edebilmelidir. Ne aşırı sevince kapılıp gevşemeli, ne de aşırı hüzne kapılıp bedbin olmalıdır.

Mü’min, “havf ve recâ” arasında bir kalbî kıvam oluşturmalıdır. Havf; yaptığı amellerden şımarmayıp Cenâb-ı Hakk’a azâbından korkarak dâimî bir ilticâ hâlinde bulunmak, recâ ise, Allâh’ın rahmetinden dâimâ ümitvar olmak ve bu ümitle bedbinliğe düşmemektir.

Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sirruh- talebesine yazdığı bir mektupta şöyle der:

“Bak oğlum, şimdiye kadar yaptığım hiçbir ibâdete güvenmiyorum. Yalnız Rabbimin rahmetini diliyorum. Ne olursun, hocanın hüsn-i hâtimesi için duâ et.”

İşte mü’minin tabiat-ı asliyesi olan tebessüm, bir bakıma bu îtidal kıvâmını da ifâde eder. Fakat tebessüm gibi güzel bir davranışın da bir âfeti vardır ki, o da yanlış bir niyetle yapılmasıdır. Gurur, kibir, istihzâ, din kardeşini hor görme, mü’minlerle alay etme gibi kötü niyetlerle yapılan ve pek de önemsenmeyip geçilen bu tip tebessümler, aslında pek çetin bir âhiret vebâli olacaktır. Nitekim İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-:

“…Vay hâlimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!..” (el-Kehf, 49) âyetinin tefsîrinde “sağîre/küçük günah” hakkında, mü’min ile istihzâ ederken yapılan tebessümdür; “kebîre/büyük günah” hakkında da, bu arada atılan kahkahalardır, demiştir. (İhyâ, III, 294)

Mü’minin Tebessümü Yüzünde,

Hüznü ise Kalbindedir…

Bütün bu hakîkatlere göre, mü’minin gönül kıvâmında belli miktarda hüzün ve endişeye de ihtiyaç vardır. Bununla birlikte gönül mahzun ve mağmum iken, yüzün tatlı bir tebessümle aydınlanması îcâb eder. Zîrâ Hazret-i Ali

-radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:

“Mü’minin tebessümü yüzünde, hüznü ise kalbindedir.”

Yâni kâmil mü’minlerin hüznü ve gözyaşları, kendi kulluklarındaki hata ve noksanlıklarını düşünmeleri sebebiyle tenhâlarda, yalnızlıkta ve bilhassa seherlerdedir. Onların bu enfüsî muhâsebe hâlleri ve kendi kusurlarını tefekkür edip gönül aynalarını gözyaşı ile yıkamaları, aynı zamanda yüzlerine akseden nûrun da kaynağını teşkil eder.

Mevlânâ Hazretleri, Hak dostlarının yüzlerindeki nûrun hikmetini ne güzel îzah buyurur:

“Ben kendi yüzümü görmem de senin yüzünü görürüm. Sen de kendi yüzünü görmez, benim yüzümü görürsün. Kendi yüzünü görebilen kişinin nûru, halkın nûrundan fazladır.”

Yâni yüzdeki nûrun bir sebebi de, kişinin kendi hâline dikkatle bakabilmesi, başkalarının kusurlarından önce kendi noksanlıklarını görebilmesidir. “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hikmetine eren âriflerin yüzlerindeki nûrun menbaı da budur. Bunun içindir ki; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” buyrulmuştur.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur ki:

“Mü’min, insanlara karşı yüzüyle sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzundur… Mü’minin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok; gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, hâlbuki kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk-çocuğu ile uğraşıyor görünür, fakat kalbi Rabbi iledir.

…Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak! Sevincini ve neşeni biraz azalt! Biraz hüzünlü ol! Bil ki Peygamber Efendimiz, başkalarının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı...”

İnsanın taşkınca gülmesi, bir ifrat hâlidir. Somurtup surat asması da bir tefrit hâlidir. Her iki hâl de, mü’min gönüller için mânevî âfetlerdendir. Bunun îtidâli ve en makbûl olan kıvâmı ise tebessümdür.

Peygamber Efendimiz’in Tebessüm Hâli

Tebessüm, fazla ses çıkarmadan, en fazla dişlerin görülebileceği şekilde olan gülmektir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de böyle gülerdi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-şöyle buyurur:

“Hazret-i Peygamber’in küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O sâdece tebessüm ederdi.” (Buhârî, Edeb, 68; Müslim, İstiska, 16)

Birçok sahâbînin rivâyetine göre, Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm- insanların en güzel huylusu olup en nâzik davrananıydı. Her zaman mütebessim idi. Yüzünde parıldayan bir aydınlık ve nûr vardı.

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûruna, bey’at etmek için gitmiştik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana:

«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü ondan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nûr saçılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Yahudî âlimlerinden Abdullah ibn-i Selâm, hicrette merakla Allah Rasûlü’nü sormuş, vech-i mübâreklerine bakınca da:

“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; İbn-i Mâce, Et’ime 1, İkâmet 174)

İnsanın yüzü-gözü, üstü-başı bir nevî vitrinidir. Bütün varlıkların bilinen lisanları dışında bir de hâl lisânı vardır. Yâni insan, ağzıyla konuşmasa bile duruşuyla da bir beyan hâlindedir. İnsanın yüzünde, gönül hâlinden bir nişan vardır. Gören gözler için bütün çehreler, iç âlemlerin tercümânıdır. Bu bakımdan sîmâlardaki nûrânî bir tebessüm hâli, gönül âleminin en güzel dışa yansımasıdır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Nar alacak isen, gülen, çatlamış nar al ki, o gülüş, sana içindeki dânelerden haber versin. Ârifin gülüşü, ne mübârek gülüştür ki, o gülüş, can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

Gülen nar, bağı, bahçeyi de güldürür. Âriflerin sohbeti, seni de ârifler arasına katar. Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan da, bir gönül sahibine erişebilirsen cevher olursun.”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de âlemleri aydınlatan nur çehresiyle insanların yanından yavaşça ve tebessüm ederek geçerdi. Dâimâ mütebessimdi. Ashâbının gönüllerini hoş etmek için onların sözlerini dikkatle dinlerdi. Onlara inci dişleri görülecek şekilde gülümserdi. Ashâb-ı kirâm da kendisine uyarak sohbetinde yalnız tebessüm ile iktifâ ederdi.

Cerîr bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Fahr-i Kâinât Efendimiz, müslüman olduğum günden beri beni huzuruna girmekten alıkoymaz ve her gördüğünde gülümserdi.” (Buhârî, Edeb, 68)

Abdullah bin Hâris -radıyallâhu anh- ise:

“Allah Rasûlü’nden daha çok tebessüm eden bir kimse görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 10)

Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” (Müslim, Birr, 144)

“Her iyilik bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman ve kendi kabından kardeşinin kabına su boşaltman bile iyilikten sayılır.” (Tirmizî, Birr, 45/1970; Ahmed, III, 344; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 304)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yoksullara infâk edecek bir şey bulamadığında, utancından başını öbür tarafa çevirirdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)

Bu emr-i ilâhînin ardından Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- verecek maddî imkânı olmadığı takdirde yoksulların gönlünü kazanmak için onlara güler yüz ve tatlı sözle muâmele ederdi.

Bu itibarla müslümanın, din kardeşine tebessüm etmesi, selâm vermesi ve güzel söz söylemesi, aslâ küçümsenemeyecek kıymette bir ictimâî ibâdettir. Zîrâ tebessüm, mü’minler için bir sünnet-i müekkededir.

Hak Dostlarının Tebessüm Hâli

Peygamber ahlâkıyla yoğrulan sâlih mü’minler de, kalb-i selîme ulaşmış yüksek şahsiyetler oldukları için her hâllerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izini tâkip ederler. Tebessümleriyle bahar mevsimi gibi gönüllere sürûr ve huzur verirler. Nazarları, ruhlara meltem olur. Nurlu sîmâları ile de dâimâ Allâh’ı ve âhireti hatırlatırlar. Zîrâ onlar, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den dâimâ akis ve feyz alma hâlindedirler.

Hayatın fırtınaları karşısında ümmet-i Muhammed’e yakışan da, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ve Hak dostları gibi “gül tabiatlı” olabilmektir. Zîrâ gül, dalındaki dikenlere katlandığı için, hoş rengiyle ve güzel râyihasıyla dâimâ tebessüm hâlindedir ve bütün insanlara; “Beni gönül gözüyle okuyun da benim gibi olun!” demektedir.

Dînin gâyesi de, işte böylesine zarif, güzel ve hassas insanlar yetiştirmektir. Kâmil mü’minler, güler yüzleriyle; güle, sümbüle, bülbüle, bütün varlıklara selâm hâlindedirler. Onların gönül âlemleri, bütün mahlûkâta bir pencere gibi açılmıştır. Zîrâ kâmil mü’minler, açan çiçeklerin, öten kuşların, meyveli ağaçların hikmetinde derinleşerek çiçekler gibi ince ruhlu ve nâzik; meyveli ağaçlar gibi cömert ve ikram sahibi olurlar.

Hak dostlarından Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, din kardeşiyle dostlukta en mühim şart ve âdâbın, ona karşı dâimâ güler yüzlü olmak ve onu sevindirmek olduğunu; Ebû Osman Hîrî Hazretleri, günahta olmamaları şartıyla her zaman güler yüz göstermek olduğunu ifâde etmişlerdir. Ebû Abdullâh Sâlime de tatlı dil ve güler yüzün Hak dostlarının fârik vasıflarından olduğunu beyân etmiştir.

Hâris el-Muhâsibî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Güzel huyluluk dört şey iledir:

- Gâfillerin eziyetlerine sabretmek,

- Fazla kızmamak (kendini bilmezlerin câhilce sataşmalarına karşı «selâmetle» deyip geçebilmek),

- İslâm’ın güler yüzünü gösterebilmek,

- Ferahlatıcı ve huzur verici bir lisâna sahip olmak.”

Hasan-ı Basrî Hazretleri de güzel ahlâkı şöyle hülâsa eder:

“Güzel ahlâkın esâsı, iyiliği yaygınlaştırmak, kimseyi rahatsız etmemek ve güler yüzlü olmaktır.”

Kâinâtın hamuru, muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Mikro âlemden makro âlemlere kadar bütün bir kâinât gönül gözüyle seyredildiği takdirde, her şeyin özünde ilâhî muhabbetten bir nişan taşıdığı görülür. Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki cemâlî sıfat tecellîleri olan bağlar, bahçeler, pınarlar, açan çiçekler, rengârenk kelebekler, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar, hep insana ilâhî bir tebessümü hatırlatır. İnsanın bu gerçeklerden gâfil kalması ne hazindir. Kula düşen, bu ilâhî tebessümü idrâk edip onu kendi sîmâsından mahlûkâta aksettirebilmesidir.

Hayatını amel-i sâlihlerle ihyâ eden bir mü’min, en güzel tebessüme vefât ânında rastlayacaktır. Bu hâl, âyet-i kerîmede ne güzel ifâde buyrulur:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikâmet üzere olanların üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin, derler.” (Fussilet, 30)

Yine âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)

Mahlûkâta ilâhî muhabbetin tebessümünü aksettirebilen kâmil mü’minler, âhirette kim bilir ne muhteşem tebessüm hazinelerine nâil olacaklardır.

Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde bir kıssa nakleder:

“Güzel ahlâklı bir adam vardı. Bu zat, (kendisine) fenâlık yapanlar hakkında dâimâ iyi söyler, onlara iyi muâmele ederdi. Vefât ettikten bir müddet sonra birisi onu rüyâsında gördü ve:

«–Öldükten sonra başına ne geldi, bana anlat!..» dedi.

Vefât etmiş olan zât, ağzını gül gibi tebessüm ederek açtı ve bülbül gibi güzel bir sesle dedi ki:

«–Ben hayatımda kimseye sert ve fenâ muâmele etmedim, sert yüz göstermedim. (Herkese güler yüz gösterdim.) Onun için bana da sert ve fenâ muâmelede bulunmadılar.»”

Gönüllerini bir dergâh hâline getirmiş olan Hak dostlarında kat’iyyen abus ve asık bir yüz görülemez. Allah dostlarının sîmâsı, muhataplarının gönüllerine huzur bahşeder, onları mânevî bir âleme taşır. Yine onlar, mahzunları gönül saraylarına alarak tesellî ederler. Sanki onların gönül âlemleri, bir huzur ve rehabilite merkezi hâlindedir.

Bu huzurun asıl hikmeti ise, insanlara Allâh’ı ve âhireti hatırlattıkları için, rûhu bunaltan nefsânî ve dünyevî kaygılardan, ihtiras ve aşırı düşkünlüklerden insanları kurtarmalarıdır. Ayrıca gerçek huzur ve saâdetin, ebedî saâdet yolunda gayret etmekle mümkün olduğuna dâir, insanlara istikâmet vermeleridir.

Hak dostlarının huzur ve ferahlık tevzî eden mütebessim bir çehreye sahip olmalarının bir hikmeti de, yüklenmiş oldukları irşad mes’ûliyetidir. Zîrâ halkı îkaz ve irşad hizmetinde güler yüz ve tatlı söz sahibi olmak, ilâhî bir emirdir. Tebessüm, kişinin karşısındakiyle bir gönül râbıtasıdır. Bu itibarla, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta en güzel bakış tarzı olan güler yüz ve tatlı söz kadar tesirli ve lüzumlu bir irşad metodu olamaz. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)

İrşad hizmetinde güler yüz, tatlı söz ve zarâfetin ne kadar mühim olduğuna dâir Şeyh Sâdî, Bostan adlı hikemî eserinde çok ibretli bir hikâye nakleder:

“Tatlı dilli, güler yüzlü bir delikanlı bal satardı. Bu, öyle bir civanmert idi ki, gönüller onun tatlılığından yanar, erirdi. Boyu, beli saz ile bağlanmış şeker kamışına benzerdi. Müşterisinin sayısı belli değildi.

Öyle bir yiğit idi ki, faraza bal satmayıp zehir satacak olsaydı, herkes zehri onun elinden, bal gibi içerdi.

Suratsızın biri de, o yiğidin satışına özendi, kazancını kıskanıp bal satmak istedi. Bal tablası başında, sirke satan yüzüyle, mahalle mahalle dolaştı. «Bal, bal!» diye bağırdı durdu. Fakat balına müşteri değil, bir sinek bile konmadı.

Akşam oldu, eve döndü. Eline bir kuruş geçmemişti. Fenâ hâlde kızdı, bir köşeye çekildi, oturdu. Günahının cezâsından korkan günahkâra, bayram günü zindanda tutulan bedbahta benziyordu.

Karısı ona, latîfe sûretiyle:

«–Ekşi yüzlünün balı acı olur!..» dedi.

Çirkin huy insanı cehenneme götürür. İyi huy ise cennetten çıkmıştır.

Arkadaş! Yürü, gerekirse ırmaktan sıcak su iç de, kızgın güneşte kavrulsan bile ekşi yüzlü insanın elinden soğuk şeker şerbeti içme! Kaşları diken gibi çatılmış olan kimsenin ekmeğini yemek rûha ziyanlıktır.

Efendi, hırçınlıkla işini sarpa sardırma; çünkü hırçınlar dâimâ bedbaht olurlar. Farz edelim ki; altının, gümüşün, bir şeyin yok. Tatlı bir dilin de mi yok?”

İşte güler yüz ve tatlı dil, îman ve güzel ahlâktan mahrumların irşâdında da en mühim sermâyelerden biridir. En abus bir surat bile, bir gülistanda, rengârenk ve mis kokulu çiçekler arasında gezerken, oradan rûhuna akseden güzellikler sebebiyle tebessüm eder. İnsanlara rehberlik yapan kimseler de, en haşin ve nâdan kalpleri bile yumuşatabilmeli, en abus çehreleri dahî gülümsetebilmelidirler.

Kâmil mü’minler bu hâlet-i rûhiye içinde sabırlı, mütebessim ve insanların dertlerini omuzlamaya tahammüllü olmalıdırlar. Makbul bir tebliğ için, Kur’ân ve Sünnet’in hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güler yüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sâhip olmak şarttır. Mânevî eğitim hizmetinde muhâtaplara karşı tebessüm ve teşekkür, bir tabiat-ı asliye hâline gelmelidir.

Rabbimiz, cümlemizi yaratılan her şeye şefkat, merhamet ve tebessümle yaklaşabilen, ince ruhlu, kâmil mü’minlerden eylesin. Kalplerimizden îman muhabbetini, yüzlerimizden İslâm’ın güler yüzünü eksik etmesin…

Âmîn!
 
Üst