Hz. Peygamber’i Kalben Tanımak

faruki777

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Mar 2010
Mesajlar
161
Tepkime puanı
13
Konum
Hatay
İş
Serbest
Bir derviş, ârif bir zâta sorar:

“–Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri mi, Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri mi daha büyüktür?”

O zât şu cevabı verir:

“–Bu iki velî arasındaki fazîlet büyüklüğünü tâyin edebilmek için onlardan daha büyük bir velî olmak lâzımdır...”1

Yâni Allah dostlarının fazîlet ufkunu tam olarak kavrayabilmek, değme idraklerin kârı değildir. Beşerî idrak, Allâh’ın velî kulları hakkındaki fazîlet takdîrinden bile âciz iken, Allâh’ın Habîbi’nin kadr u kıymetini ne kadar takdîr edebilir ki?..

Acabâ kelimelerin mahdut imkânları ile yazılan bütün sîret kitapları, Hakîkat-i Muhammediyye’nin kaçta kaçını ifâde edebilir?!. Üstelik O’nu anlatmaya kalkan her kalem, sahibinin gönlündeki muhabbet nisbetinde bir ifâde kudretine sahip iken...

SONSUZ MÂNEVÎ İSTİÂB

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün talebeleriyle sohbet etmekteyken Şems-i Tebrizî, onu imtihan etmek maksadıyla garip bir heyecan içinde şu acâyip suâli sorar:

“–Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri mi, yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ r mi daha büyüktür?”

Mevlânâ Celâleddîn, dehşete kapılır ve hiddetle:

“–Bu ne acâyip bir suâl?! Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş yüce bir peygamberle, bütün mânevî sermâyesi O’na tâbîlik olan ve gönül feyzini O’ndan alan bir velî mukâyese edilir mi?!.” der.

Tebrizli Şems, sükûnetini bozmadan suâlini şu şekilde açıklar:

“–Öyleyse neden Bâyezîd, Rabb’inden cehenneme konulmasını ve vücûdunun orada hiçbir günahkâra yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lâkin bunun zıddına, küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; «Şânım ne yücedir! Kendimi tesbîh ederim!..» dediği hâlde; Hazret-i Peygamber r sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu ulvî derecelerle yetinmeyerek Rabb’ine hamd ve şükür hâlinde ve O’na yakınlık arzusuyla dâimâ istiyor, istiyor, sürekli istiyordu?..” der.

Bu îzah, Mevlânâ Celâleddîn’i sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suâli cevaplamak imkânsızdır. Şems, mânevî tasarrufla onu bu noktadan daha ileriye istikâmetlendirir. Zîrâ zâhirî âlemin mâverâsı (ötesi), uçsuz bucaksız bir “ledün âlemi”dir. Böylece Şems, muhâtabını, onda mevcut olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî ufkun derinliklerine doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur.

Bu ânî gelişmenin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütâlaalarından biriymiş gibi kolaylıkla şu cevâbı verir:

“–Bâyezîd’in; «Şânım ne yücedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanlar sultânıyım!..» sözü, mânevî bir işbâ (doymuşluk) hâlinin ifâdesidir. Yâni onun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin onun kalbî istiâbı bu kadardı. Bu yüzden küçük bir tecellî ile rûhu artık talepsiz hâle geldi, sekre sürüklendi; akıl âleminin dışına çıktı.

Hazret-i Peygamber r ise, «elem neşrahleke sadrake »2 sırrına mazhar olmuştu. İlâhî tecellîler, kendisini her taraftan kuşattığı hâlde kâinat kadar geniş olan gönül âlemi, bir türlü kanmıyordu. Kulun Rabbiyle arasındaki mesâfe sonsuz kere sonsuz olduğu gibi, O’nun kalbî istiâbı da sonsuzdu. Bu yüzden mazhar olduğu nâmütenâhî tecellîler bile O’nun ilâhî aşkını teskîne kâfî gelmiyor, bilâkis sonsuz bir iştah ve iştiyakla susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Yüce Mevlâ’sına her an daha da yakın olmayı arzuluyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyor;

«Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun vechile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım…»3 diye istiğfar ve tazarrûda bulunuyordu.”

İşte Mevlânâ Hazretleri, bu nevî sır ve hikmet tecellîleriyle olgunlaşarak zâhirî ilimlerin hudutlarını aştı, gönül iklîminde aşk-ı peygamberî ile bambaşka mânâ ırmakları çağıldayan ve dilinden hikmetler fışkıran büyük velîlerden oldu.

VELÎSİ BÖYLE OLURSA

Selçuklu Sultanı’nın kızı ve Hazret-i Mevlânâ’nın mürîdesi olan Gürcü Hâtun, sarayın meşhur ressam ve nakkaşı Aynü’d-Devle’yi, gizlice resmini çizip kendisine getirmesi için Hazret-i Mevlânâ’ya gönderir. Ressam, gâfilâne bir şekilde huzûra çıkıp vaziyeti Hazret-i Mevlânâ’ya anlatır. O da mütebessim bir çehreyle:

“–Sana emredileni, arzu ettiğin gibi yap yapabilirsen!” der.

Ressam çizmeye başlar. Fakat neticede karşısındaki sîmânın, çizdiği resimle alâkasız bambaşka bir muhtevâ ve şekle büründüğünü fark edip yeniden çizmeye koyulur. Böylece Hazret-i Mevlânâ’nın, resmini çizmeye çalışırken yirmi yaprak eskitir. Sonunda aczini anlar ve bu işten vazgeçmek mecburiyetinde kalır. Hazret-i Mevlânâ’nın ellerine kapanır. Zîrâ o ünlü ressamın sanatı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur.4

Bu hâdise, ressamın gönlünü uyandırır; hayret, dehşet ve ürperiş içinde derin düşüncelere daldırır ve enfüsî bir âlemin seyyâhı eyler. Nihâyet gönlünde açılan pencereden Allah Rasûlü r Efendimiz’in tahayyülüne dalan ressamın dilinden şu sözler dökülür:

“–Bir dînin velîsi böyle olursa, kim bilir Nebî’si nasıl olur?!.”

GÖNDERENİN KADRİNCE OLUR!..

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, bir seriyye esnâsında müslüman bir aşîretin yanında konaklar. Aşîret reisi ona:

“–Bize Rasûlullâh r Efendimiz’i anlatır mısınız?” der.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-:

“–Allah Rasûlü’nün o ebedî güzelliklerini anlatmaya güç yetmez. Tafsîlâtıyla anlatmamı istersen, bu mümkün değil!” der.

Reis:

“–Bildiğin kadarıyla anlat! Kısa ve öz olarak târif et!” deyince Hâlid -radıyallâhu anh- şu karşılığı verir:

“• : Gönderilen, gönderenin kadrince olur!..”5

Yâni gönderen, Âlemlerin Rabbi olduğuna göre, gönderilenin şânını, var sen hesâb et!..

Velhâsıl Fahr-i Kâinât r Efendimiz’in yüceliğini kavramaya hiçbir beşerin gücü yetmez. Biz, O’nu kendi sınırlı idrâkimizle ölçemeyiz. Nitekim beşer idrâkinin bu sahadaki aczi yüzündendir ki O’nu bizzat Cenâb-ı Hak tekrîm ve takdîm ediyor. O’nun şânını ifâde sadedinde;

“Allah ve melekleri, Peygamber’e salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor. Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in bir hilkat bedîası, yâni yaratılış şâheseri ve eşsiz bir sanat hârikası olduğunu bizzat Cenâb-ı Hak beşer idrâkine îlân ediyor.

Bu itibarla O’nu anlamak, Hakk’a kullukta en mühim basamaktır. O’nu anlamadan, O’nu tanımadan, O’nun izinden gitmeden ve O’nun gönül hassâsiyetlerinden nasip almadan, ne îmânımız tam bir îman olur, ne Kur’ân’ı tam olarak idrâk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur…

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Rasûlüm!) O’nu Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) îkaz (ve irşâd) edicilerden olasın diye, apaçık bir Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)

O’nun 23 senelik nebevî hayatı Kur’ân’ın tefsîri mâhiyetindedir. Kur’ân’ın sır ve hikmetleri de ancak Rasûlullah r Efendimiz’in kalbî dokusundan hisse almakla anlaşılır.

O’NU TANIMANIN EN FEYİZLİ YOLU

Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’i tanımak, O’nu satırlardan okumaktan ziyâde, sadırlardan okumakla mümkündür. Yâni, nebevî ahlâk ile ahlâklanmış, takvâ ehli âlim ve âriflerin gönül âlemlerinden feyz ve rûhâniyet alarak okumak icâb eder. O, kâmil mânâsıyla ancak, takvâ sahibi mü’minlerin kalbî duygularıyla okunabilir. O’na takvâ ile ne kadar yakınlaşabilirsek, O’nu ancak o nisbette tanıyabiliriz. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir.” (el-Bakara, 282)

Dolayısıyla Siyer-i Nebî’yi öğrenmek, sırf kronolojik bir okuma faâliyetiyle olamaz. Siyer-i Nebî’yi en iyi bilenler, hayatları en çok Rasûlullah r Efendimiz’e benzeyenlerdir. O’nu en iyi tanıyanlar, takvâ hayatı içinde olan ve O’nun sünnetini titizlikle yaşayıp, muhabbet ve hasretle O rahmet güneşine hilâl olan Hak dostlarıdır. Zîrâ onlar, bir gölgenin sahibine olan mutlak sadâkat ve bağlılığıyla Allah Rasûlü’nün nurlu izinden yürürler.

Peygamber Efendimiz r âyet-i kerîme ile te’yîd edildiği üzere, aslâ hevâsından konuşmazdı. O yalnızca, kendisine vahyedilenin tercümânı, tatbikatçısı, açıklayıcısı, tebliğcisi ve temsilcisi idi.

Fenâ fi’r-Rasûl, yâni Rasûlullah muhabbetinde fânî olmuş Hak dostları da, nefislerinden, hevâ ve heveslerinden konuşmazlar. Onlar bir ney gibi iç âlemlerini mâsivâdan boşaltmış olduklarından, onlardan duyulan bütün irşad sadâları, ahlâkıyla ahlâklandıkları enbiyâ nefesinden bir hissedir. Onların kalpleri, Hak ve hakîkat nurlarının aksettiği mücellâ bir aynadır. Nebevî ifâde ile; “…Cenâb-ı Hak onların işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olmuştur.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38)

Varlık Nûru Efendimiz r her şeye ebedî saâdet heyecânı bahşeden ve bütün âlemleri aydınlatan bir Güneş’tir. Vâris-i enbiyâ olan velîler de, yaşadıkları takvâ hayatıyla O Güneş’e ayna olan mehtaplar mesâbesindedirler. Mehtâbın varlığı, Güneş’in varlığına bağlıdır. Zîrâ mehtâbın bütün nûru, güzelliği ve ihtişâmı, Güneş’ten gelen küçük bir akistir…

Şeyh Sâdî, velîlerin bütün güzelliklerini Allah Rasûlü’ne borçlu olduklarını, bütün gönül sermâyelerini rûhâniyet-i Rasûlullah’tan tefeyyüz ettiklerini, Gülistan adlı eserinde temsîlî bir üslûb ile şöyle hikâye eder:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile sorar:

“–A mübârek! Sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum…”

Kil ona cevâben şöyle der:

“–Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin bir gül fidanının altında bulunuyor ve her seher gül goncalarından süzülen şebnemlerle yoğruluyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir…”

Gül, Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in sembolüdür. Şu fânî hayat dershânesindeki en mühim tahsil de;

O Güller Şâhı’nı tanıyabilmek,

O Gül’ün mübârek kokusundan ve rûhânî dokusundan nasip alabilmek,

O Gül’ün yaprağında bir şebnem tânesi olabilmektir…

Bu yolda gereken en temel malzeme ise O’na olan muhabbettir.

MUHABBET-İ MUHAMMEDÎ

Kalbimizde Rasûlullah r Efendimiz’e karşı ne kadar muhabbetimiz varsa O’nu o kadar tanıyoruz demektir. Allâh’ın Habîbi r:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 96)

Yâni kalbî beraberliği temin eden yegâne müessir, muhabbettir. Muhabbet, gönülleri âdeta bir cereyan hattı gibi birbirine bağlar. Yine bu hâl, fizikteki birleşik kaplar misâlidir; birbiriyle muhabbet irtibâtı sürdüğü müddetçe, keyfiyetler de birbirine benzemeye başlar. Zevkler, nefretler, duyuşlar ve görüşler aynılaşmaya meyleder.

Birbirini gerçekten seven iki kişi, birbirine müşterek sevdiklerinden ikrâm ederek hediyeleşir. Hangi çiçeği seviyorsa onu götürür, neden hoşlanıyorsa onu yapar. Zîrâ seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever, sevmediklerini sevmez, onu hatırından çıkarmaz, dilinden düşürmez.

O BÖYLE YAPARDI DİYE…

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ-çocukluğundan itibaren bütün bir hayatını Rasûlullah r Efendimiz’i adım adım tâkibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma gayreti içinde yaşamıştır.

Meselâ; Efendimiz’in bir çeşmeden su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o çeşmeye giderek su içmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimiz’in mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bazen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur.

Yine Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- bir hac esnâsında Cebel-i Rahme’nin kenarındaki bir kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda:

“Peygamber Efendimiz r Vedâ Haccı sonrasında bu kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu.” karşılığını vermiştir.

Bir kervanla yolculuk ederken, bir yerde kervanı durdurmuş ve az ilerideki bir tepenin üzerinde bulunan ağacın yanına gidip gelmişti. Bu hareketinin sebebini soranlara da:

“Rasûlullah r bir gün buradan geçerken o ağacın altına gidip gelmişti…” buyurmuştur.

Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’i bir gölge gibi takip etmeye çalışan bu âşık sahâbînin vefâtındaki hâli de çok ibretlidir:

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- Mekke’de âniden rahatsızlanır. Rivâyetlere göre Haccac tarafından zehirlenmiştir. Büyük ıztırap çekmektedir. Yaşlı hâliyle onu alıp bir çadıra götürürler. O esnâda ne konuşabilmekte ne de elini kolunu hareket ettirebilmektedir. Yanındakilere bir şeyler anlatmak ister. Lâkin onlar ne istediğini anlayamazlar. Çaresiz bir şekilde beklerken o esnâda çadıra Abdullah ibn-i Ömer’i yakından tanıyan biri girer. Onlar hemen o kimseye Abdullah ibn-i Ömer’in kendilerine bir şeyler anlatmak istediğini, fakat anlayamadıklarını söylerler. O kimse:

“–Siz az önce ne yaptınız?” diye sorar. Onlar da:

“–Abdest aldırdık.” derler. O kimse yine sorar:

“–Peki abdest aldırırken kulağını mesh ettiniz mi?”

“–Hayır, unuttuk!..” derler. O zât:

“–Siz onu tanımıyor musunuz? O hayatı boyunca Rasûlullah r Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapmaya, sakındığı her şeyden de sakınmaya çalıştı.” der.

Bunun üzerine hemen kulağının arkasını meshederler. Bundan sonra Abdullah ibn-i Ömer Hazretleri’nin sıkıntısı dağılır, rahatlayıp tebessüm eder ve ardından mübârek rûhunu huzur içerisinde teslîm eder.

İşte gönülleri muhabbet-i Muhammedî ile dolu âşık sahâbîler, Rasûlullah r Efendimiz’in dile getirdiği emirler kadar O’nun îmâ ve işâretlerine bile büyük bir hassâsiyetle dikkat ederlerdi. Öyle ki, O’nu bir sâlih amel üzere bir defa görmeleri kâfî idi. Ayrıca bunu emretmesine gerek kalmaz, o güzel sünneti ömür boyu tatbik etmeye çalışırlardı.

Nitekim Enes -radıyallâhu anh- buyurur ki:

“Rasûlullah r Efendimiz’i bir gün Duhâ namazını altı rekât kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”

Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle der:

“Hazret-i Enes’in bu ifâdelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Taberânî, Evsat, II, 68/1276)

Câbir -radıyallâhu anh- nakleder ki:

“Birgün Peygamber r elimden tutarak beni evine götürdü. Bir ekmek parçası çıkardı ve âilesine:

«–Herhangi bir katık var mı?» diye sordu. Onlar:

«–Evde sirkeden başka bir şey yok.» dediler. Rasûlullah r :

«–Sirke ne güzel katıktır.» buyurdu.

Allah Rasûlü r Efendimiz’den bu sözü duyduğumdan beri, ben de sirke yemeyi çok severim.” (Müslim, Eşribe, 167-169)

İşte muhabbet-i Muhammedî ile dolu yüreklerde zevkler ve lezzetler dahî böylesine değişiyordu. Bu hâlin diğer bir misâli de büyük hadîs âlimi ve müctehid İmam Nevevî Hazretleri’dir. O da, Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’e öyle bir hassâsiyetle tâbî olmaya çalışıyordu ki, Allah Rasûlü’nün karpuzu nasıl yediğini bilmediği için, O’nun tarzının dışında hareket etmekten korkarak, ömrü boyunca karpuz yememiştir.

Yine O Hidâyet Güneşi’ne âşık, nurlu bir hilâl olan Hak dostu Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri de Fahr-i Kâinat Efendimiz r 63 yaşında ebediyete irtihâl ettikleri için bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.

Allah Rasûlü’nün müezzini, cennet bahçesinin yanık bülbülü Bilâl -radıyallâhu anh- da Efendimiz’in ukbâya irtihâlinden sonra Medîne’de duramamıştı. Ömrü boyunca Efendimiz’e kavuşacağı günün hasretiyle yaşayan bu Rasûlullah âşığı, altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefât etti. Vefâtı esnâsında:

“–Yarın inşâallâh sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed r ve arkadaşlarına kavuşacağım.” diyordu. Hanımı:

“–Vah başıma gelenlere!” diye ağlayıp dertlenirken, gönlü Peygamber aşkıyla dolu Bilâl -radıyallâhu anh-:

“–Ah ne güzel, ne hoş!” diye seviniyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)

Tabiî ki ömür, O’na muhabbet bağının âşık bir bülbülü olarak yaşanırsa, ölüm de vuslat sevincinin yaşanacağı bir düğün-bayram olur.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Gel ey gönül! Hakikî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

İşte bu nûra pervâne olan âşık gönüller için ölüm, bir şeb-i arûs / düğün gecesi ve mes’ut bir vuslat ânıdır. Nitekim Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in hayat arkadaşı ve mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın şu hâli, ne kadar ibretlidir:

Peygamber Efendimiz r Âişe vâlidemizin odasında Refîk-ı Âlâ’sına kavuşmuş ve oraya defnedilmişti. Hayatında iken Allah Rasûlü’ne zevce olma saâdetine erişen Âişe vâlidemiz, vefâtından sonra da Efendimiz’in kabrinin bulunduğu bu odayı bırakmadı. Âdeta sâdık bir türbedârı gibi kabr-i saâdetin yanı başında yaşamaya devam etti. İki sene üç ay sonra, babası Ebû Bekir

-radıyallâhu anh- da vefât etti. O da Efendimiz’in ayak ucuna defnedildi. Geriye sadece bir kabirlik yer kaldı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- burayı kendisine ayırmıştı. Lâkin Hazret-i Ömer, son nefesinde oraya defnedilmek için kendisinden izin isteyince büyük bir îsar fazileti sergileyerek bu hakkını ona devretti.

Rivâyete göre Âişe vâlidemiz, hücre-i saâdetlerinde sadece Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir’in kabirleri varken onların yanında rahat bir şekilde hareket edebiliyordu. Fakat Hazret-i Ömer’in defnedilmesinden sonra, yüksek hayâ duygusu sebebiyle araya bir perde çektirerek odasını ikiye böldürdü.

İşte ömrü boyunca Allah Rasûlü’ne yakınlığı en büyük saâdet bilen bu mübârek vâlidemizin vefâtına yakın yaptığı şu iki maddelik vasiyet, Fahr-i Kâinât r Efendimiz’e kavuşma heyecanının müstesnâ bir tezâhürüdür:

“1. Vefat ettiğimde, gerekli işlemleri yaparak cenâzemi hiç bekletmeden, gece vakti de olsa defnedin.

2. Cenâzemi kabre götürürken, tabutumun kenarında kuru hurma dalları yakarak götürün.”

Eski Arabistan’daki âdetlere göre, düğün gecesi gelin, damadın evine götürülürken, düğün alayının kenarında kuru hurma dalları yakılırmış. İşte Mevlânâ Hazretleri’ne “şeb-i arûs” ilhâmını veren de, Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in bu vasiyeti olsa gerektir…

SÜNNET-İ SENİYYE HASSÂSİYETİ

Allah Rasûlü r Efendimiz’i tanımanın ve O’na muhabbetin en büyük delîli, O’nun sünnetini güzelce tatbik edebilmektir. Kalplerde muhabbet-i Muhammedî olmadan sünnete ittibâ, sûretâ ve zoraki bir ittibâdır ki, gönül feyzinden, rûhâniyet ve mânevî bereketten mahrumdur.

Bir İslâm büyüğü, sünnete aşk ile bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifâde eder:

“İnsanın, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın iplerinin tek tek çözülüp kopması gibidir. Halat, bütün olarak sağlamdır. Ama tel tel sökülürse, o sağlamlıktan eser kalmaz. Sünnetlerin birer birer hayatımızdan çekilmesi, -Allah korusun- ebedî felâhımızı pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.”

Bu yüzdendir ki Hazret-i Peygamber Efendimiz’i en iyi tanıyan Hak dostu âlim ve âriflerin en büyük kerâmeti de sünnet-i seniyyeyi büyük bir gönül hassâsiyetiyle yaşamaları olmuştur.

Şüphesiz ki beşeriyet içinde sevilmeye en lâyık olan, Rabbimiz’in lutfettiği en güzel örnek şahsiyet ve insanlıkta tecellî eden en büyük mûcize, Rasûlullah r Efendimiz’dir. O’nun gönül âlemi, nâdide, ince, zarif çiçeklerden, mis kokulu güllerden yapılmış bir cennet bahçesi gibidir. İşte bu noktada kendimize bâzı sualleri sormaya mecbûruz:

Biz o cennet bahçesinden esen rûhâniyet meltemlerinden ne kadar istifâde hâlindeyiz?

Âile hayatımız ne kadar O’nunkine benziyor?

Ticârî hayatımız ne kadar O’nun tasvîb ettiği minvalde?

İctimâî hayatımız ne kadar O’nun koyduğu ölçüler içinde?

O’nun kalbi ümmeti için rikkatle çarparken, yoksullar, çâresizler, kimsesizler, yetimler ve hidâyet bekleyenlere karşı biz ne kadar duyarlıyız?

O’nun güzel ahlâkına mukâbil, ümmeti olarak bizler İslâm’ın güler yüzünü, gönül dokusunu, rûhî yapısını, zarâfet, nezâket ve estetiğini ne kadar temsil hâlindeyiz?

Cenâb-ı Hak, bizleri Yüce Zât’ına samîmî bir kul, Nebiyy-i Muhterem’ine lâyık bir ümmet eylesin! Kıyâmete kadar bütün beşeriyete en güzel örnek şahsiyet olarak armağan ettiği Rasûlullah r Efendimiz’i gönül gözüyle okuyabilmeyi, O’nun kalbî dokusundan hisse alarak sünneti üzere yaşayabilmeyi, kıyâmette de O’nunla Hamd Sancağı altında buluşup Kevser Havuzu’ndan kana kana içerek Şefaat-i Uzmâ’sına erebilmeyi nasîb eylesin!

Âmîn!

Dipnotlar: 1) Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, II, 225. 2) el-İnşirâh, 1. 3) Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520. 4) Yapılan bu çizimler, hâlen Mevlânâ Müzesi’nde bulunmaktadır. 5) Münâvî, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417.
 
Üst