Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından :Şükür

faruki777

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Mar 2010
Mesajlar
161
Tepkime puanı
13
Konum
Hatay
İş
Serbest
Allah için dost olan Şakîk-i Belhî ile İbrahim bin Edhem Hazretleri’nin, birbirlerini irşâd için yaptıkları bir gönül sohbeti esnâsında Şakîk-i Belhî Hazretleri sorar:

“–Geçim husûsunda ne yaparsınız?”

İbrahim bin Edhem:

“–Bulunca şükreder, bulamayınca sabrederiz!..” der.

Şakîk-i Belhî Hazretleri:

“–Bunu, Horasan’ın köpekleri de yapar!” deyince, bu defa İbrahim bin Edhem sorar:

“–Ya siz ne yaparsınız?”

Şakîk-i Belhî Hazretleri şu cevabı verir:

“–Bulursak şükredip infâk eder, bulamadığımızda yine şükredip sabrederiz.”

Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’ın sayıya gelmez nîmetleri karşısında ne kadar şükretseler az olduğunun şuuruyla her hâlükârda ve dâimâ şükürlerini artırma gayreti içinde olmuşlardır. Zira şükür; kulun nâil olduğu nîmetlere mukâbil, onları ihsân eden Rabbine, özüyle, sözüyle ve davranışlarıyla hâlisâne bir kulluk hayatı yaşamasıdır.

ŞÜKRÜ GEREKEN NÎMET;
ŞÜKREDEBİLMEK

Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nîmetleri karşısında O’na ne kadar şükretsek, yine de şükür borcumuzu tam olarak ödeyemeyiz. Nitekim Hak dostlarından Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:

“…Bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi nefesi alabilmek, ikincisi aldığı nefesi verebilmek). Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere yirmi dört saatte kırk sekiz bin şükür gerekir. Bir insan bütün işlerini bırakıp «şükür, şükür» diyerek Allah Teâlâ’ya devamlı hamd ve şükretse, yine de şükrün hakkını veremez. Mâlûm oldu ki, Allah Teâlâ’ya şükrün binde birini edâ edemez.”

Kulun şükür husûsundaki bu mutlak aczi yüzündendir ki, rivâyete göre Mûsâ u Cenâb-ı Hakk’a:

“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrı bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.

Allah Teâlâ, Mûsâ u’a şöyle vahyetti:

“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” (İhyâ, IV, 163)

Bütün nîmetlerin Hak’tan olduğunu bilmekle birlikte o nîmetlerin bize ulaşmasına vesîle olanlara teşekkür etme nezâketini göstermek de, Hakk’a şükrün mühim bir şartıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allâh’a şükretmiş olmaz.” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 11/4811; Tirmizî, Birr, 31)

Şükür, insanlık aynasıdır. İnsanlara teşekkür, bir nezâket ve ahlâk meselesi olduğundan başka, mecazdan hakîkate geçmenin de bir alıştırmasıdır. Çünkü Hâlık’ı unutmamak şartıyla insanlara olan teşekkür, neticede yine Hâlık’a râcîdir.

Şükür ehli bir kula, yalnız nîmetlerin kadrini bilmek yetmez. Şükür, nîmetlerin asıl sahibini tanımak ve O’na kullukta bulunmaktır. Yani nîmetler, tefekkür ufkunu genişleterek kulu Rabbine sevk etmeli, bu vesîleyle kalpler de muhabbet ve mârifetullâh’a istikâmetlenmelidir.

Bizlere çok kıymetli bir hediye gönderen hayır sahibini unutarak, sadece hediyeyi getiren zâta teşekkürle iktifâ etmemiz, ne kadar tuhaf ve yanlış ise; nimetleri bize ulaştıran sebeplere bağlanıp asıl müsebbibi, rızka takılıp Rezzâk’ı unutmak da, o kadar büyük bir nankörlüktür. İnsan için, nîmetlerin gerçek sahibini, yani Allah Teâlâ’yı unutmak kadar büyük bir ayıp ve kayıp tasavvur olunamaz.

ŞÜKRÜN
KISIMLARI

Makbûl bir şükür, yalnızca sözle ifâde edilen şükür değildir. Gerçek bir şükür, birbirine bağlı üç unsurdan oluşur. Bunlar; ilim, hâl ve ameldir.

–İlim; bütün nimetlerin Hak’tan geldiğini bilmektir.

–Hâl; nîmetlerin gerçek sahibine karşı tâzim, hürmet ve muhabbet duymaktır.

–Amel ise; bu duyguların gerektirdiği minvâl üzere yaşayıp şükrü kavlen ve fiilen ifâde etmek, nîmetleri Hakk’ın rızâsına uygun olarak kullanıp O’na isyandan sakınmaktır.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, yedi yaşında iken dayısı Seriyy-i Sakatî onu hacca götürür. Harem-i şerîfte gerçekleşen sohbetlerin birinde, şükür hakkında konuşulur. Oradaki âriflerin her biri, kendi görüşlerini beyân ettikten sonra Seriyy-i Sakatî Hazretleri, Cüneyd’e dönerek onun da konuşmasını ister. Henüz çocuk yaşta olan Cüneyd, bir müddet düşündükten sonra şu muhteşem cevâbı verir:

“–Şükür, Allah Teâlâ’nın lutfettiği nîmetle O’na âsî olmamak ve o nîmeti mâsiyete sermâye etmemektir.” (Ferîdüddîn Attâr, s. 318)

Demek ki Allâh’ın lutfettiği nimetleri, O’nun râzı olduğu şekilde kullanmak da şükrü tamamlayan hususlardandır. Yani dilin şükrü de gereklidir, fakat kâfî değildir. Şükrün, sâlih amellerle ve haramlardan sakınmakla ispat edilmesi gerekir.

Ayrıca Allâh’ın bizlere ihsân ettiği her uzvun da şükrü vardır. Bu ise, onları Hakk’ın râzı olduğu şekilde kullanmak, haram ve şüphelilerden korumakla olur.

Bişr-i Hâfî Hazretleri bu husûsu şöyle izah buyurur:

“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, helâl ile gıdâlanmak, (akıl ve kalbin şükrü) ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur.”

Unutmayalım ki hepimiz, mahşerde açılıp seyrettirilecek bir ömür kasedi dolduruyoruz. İlâhî hesap gününde, gözümüz, kulağımız, derimiz, velhâsıl bütün uzuvlarımız dile gelip dünya hayatında sahip olduğumuz niyetleri ve işlediğimiz amelleri haber verecek. Bunu âyet-i kerîme şöyle beyân ediyor:

“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Fussilet, 20)

O hâlde düşünmek gerekir ki gözlerimizle ne kadar ilâhî kudret akışlarını duygulu bir şekilde seyredip şükrettik, ne kadar da çirkin nefsânî manzaraları seyrederek günahkâr olduk? Kulaklarımızla ne kadar vahyin, sünnetin, hakkın ve hayrın sesini dinledik, ne kadar da boş ve mâlâyâni şeyleri dinleyerek bu nîmeti ziyan ettik? Vücûdumuzun enerjisini nereye sarf ettik? Onu ilâhî hudutlar içerisinde hayra mı âmâde kıldık, yoksa onunla haram ve kerahatlere mi dûçâr olduk? İşte yarın ilâhî ekranlarda kendi hayat senaryomuzu seyredeceğimizi unutmamak îcâb eder.

Diğer taraftan, sıhhatli olmak da, şükrü gerektiren büyük bir nîmettir. Kânûnî Sultan Süleyman’ın;

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

mısrâları da, bir nefeslik sıhhatin bile, şükrü gereken paha biçilmez bir nîmet olduğunu çok veciz bir sûrette ifâde etmektedir.

DÎNİN YARISI…

Peygamber Efendimiz r buyururlar ki:

“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)

Sabır, değişen şartlar altında muvâzeneyi bozmamak, başa gelen musîbetlere şikâyet etmeden tahammül göstermek, nefsi kulluk vazîfelerini îfâya ve haramlardan sa****kın****maya mecbur kılmaktır.

Şükür ise, Cenâb-ı Hakk’ın sayısız lutuf ve ihsanlarına mukâbil, O’na olan minnettarlığın ifâdesi olan bütün kulluk tezâhürleriyle O’na yönelmektir.

Dînî hayatı hulâsa eden bu müstesnâ mevkiine binâendir ki Abdullâh-ı Ensârî de İslâm’da şükrün ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur:

“Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zira şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm ve îmâna «şükür» ismi verilmiştir.”

Nîmetlerin asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek demek olan şükrün zıddı da, küfür, yani bütün nîmetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini gizlemektir. Yani şükrân-ı nîmetin zıddı, küfrân-ı nîmettir ki, ebedî bir hüsran sebebidir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın İblis ile konuşmasını beyân eden âyetler de, şükrün, yüce dînimizde ne kadar mühim bir yeri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:

İblis, Allâh’ın emrine âsî olup ilâhî huzurdan kovulunca, mühlet istedi. Kendisine, -dünyada insanoğluna yaşatılacak olan imtihan hikmetine binâen- kıyâmete kadar mühlet verildi. O zaman İblis, Hak Teâlâ’ya şöyle dedi:

“…Andolsun onları (insanoğlunu) saptırmak için Sen’in sırât-ı müstakîminin (dosdoğru yolunun) üstüne oturacağım.” (el-A’râf, 16)

Müfessirler, bu âyet-i kerîmedeki “sırât-ı müstakîm/dosdoğru yol”dan maksadın, “şükür yolu” olduğunu ifâde etmişlerdir. Zira tâkib eden âyet-i kerîmede yine şeytan, yapacağı idlâl ve iğvâların neticesini Cenâb-ı Hakk’a:

“…Onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın!” (el-A’râf, 17) şeklinde ifâde etmiştir.1

Şeytanın insanı sürüklemek istediği nihâî nokta, îmansızlık, yani küfürdür. Demek ki, dâimâ Allâh’a şükür hâlinde olmak, bütün nîmetlerin O’nun lutuf ve ihsânı olduğunu îtiraf etmek, O’nun lutfettiği nîmetlerin kadrini bilip onları hayra kullanmak, Cenâb-ı Hakk’ı râzı edip şeytanı kahreden bir kulluk tezâhürüdür.

Şükrün belli bir nihâyeti de yoktur. Allâh’ın sevgili kulları olan peygamberler ve Hak dostları dahî, kâ’bına varılmaz derecedeki yüksek kulluk fazîletlerine rağmen, dâimâ lâyıkıyla şükredememenin endişesi içinde olmuşlardır.

Nitekim Efendimiz r geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılar, ağlamaktan elbisesini ve secde ettiği yeri sırılsıklam ederdi. Kendisine:

“–Yâ Rasûlallâh! Siz’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız bağışlandığı hâlde neden bu kadar kendinizi yoruyorsunuz?” denildiğinde ise:

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurmuşlardır.2

AZLARDAN EYLE!..

Hazret-i Ömer t bir mü’mine rastlamıştı ki o devamlı:

“–Allâh’ım, beni azlardan eyle!” diye duâ ediyordu.

Hazret-i Ömer t o zatın bu duâ ile neyi kasdettiğini anlayamamıştı.

“–Niçin böyle duâ ediyorsun?” diye sordu. O mü’min, şu cevâbı verdi:

“–Allah Teâlâ; «...Kullarımdan şükreden pek azdır.» (Sebe, 13) buyuruyor. Ben de o mes’ûd azınlıktan olmayı talep ediyorum.” dedi.

Bu güzel düşünce karşısında hayran kalan Hazret-i Ömer t:

“–Yazık bana, herkes Ömer’den daha akıllı ve bilgili!” diye hayıflandı. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 81)

İşte o Hazret-i Ömer t ki, hilâfeti zamanında birçok ülke fethedilmiş, Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytü’l-mâl’e akmış, halkın refah seviyesi yükselmişti. Fakat Halîfe Ömer t önceden olduğu gibi zarûret miktarı bir tahsisat ile yetiniyor, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Onun bu hâline dayanamayan yakınları, kızı Hafsa vâlidemizi elçi olarak gönderip, biraz imkânlarını artırmasını ve rahat etmesini arzu ettiklerini bildirdiler. O ise şu cevabı verdi:

“İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz makâmına vardı. İkincimiz de aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misiniz?”3

Yine şükür ehli zenginlerden olan Abdurrahman bin Avf t’ın oruçlu olduğu bir gün, önüne iftar etmesi için birkaç çeşit yemek konulmuştu. O mübârek sahâbî, gözyaşları içinde sofradan kalktı ve şöyle dedi:

“Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da şehîd edildi. O benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Şimdi ise bize dünyâlık olarak her şey verildi. Doğrusu, hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum. (Acaba kazandığımız ecirler âhiretten tenkis edilip bu dünyada mı veriliyor?!)” (Buhârî, Cenâiz, 27)

Görüldüğü üzere onlar, şükrünü îfâ edemeyecekleri endişesiyle helâl nîmetleri bile büyük bir ihtiyatla karşılıyorlardı. Hakk’ın huzûrunda hesabını kolayca verebilecekleri asgarî miktarda bir nîmeti kendileri için yeterli görüyorlardı.

Bu hassâsiyetlerden mahrum olanlar ise, Allâh’ın nîmetlerine karşı ekseriyetle gaflet içindedirler. Şükrünü îfâ edip edemeyeceklerini düşünmeden, hırsla dünya nîmetlerini istemeye devâm ederler. Bu itibarladır ki gerçek şükür ehli pek azdır.

İLÂHÎ AHLÂK

İnsaf ve iz’an sahibi her insan, kendisine bir bardak su ikrâm edene bile teşekkürü bir vicdan borcu addeder. Fırsat düştüğünde o şahsın iyiliğine muâdil bir iyilikle karşılık verir. Hâl böyleyken insanoğlunun, bütün nîmetlerin asıl ikrâm edeni olan Rabbine karşı alık ve abus kalması; akıl, iz’an ve vicdan dışıdır.

Öte yandan, Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerine muâdil bir iyilikle karşılık verebilmek de, bütün sermâyesi “hiçlik” olan insanoğlu için mümkün değildir. Fakat Cenâb-ı Hak sonsuz lutuf ve merhametiyle bizim en küçük bir hayrımıza bile -ihlâsımız nisbetinde- on mislinden yedi yüz misline kadar fazlasıyla mükâfat vermektedir. Bu, O’nun “Şekûr” sıfatının muktezâsıdır.4 Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌ “…Allah çok mükâfat verendir, cezâlandırmakta acele etmeyendir.” (et-Teğâbün 17)

فَأِنَّ اللّٰهَ شَاكِرٌ عَل۪يمٌ “…Şüphesiz ki Allah (yapılan hayrı) kabul eder (mükâfâtını bol bol verir) ve (o hayrı) hakkıyla bilir.” (el-Bakara, 158)

Cenâb-ı Hak, kullarının sâlih amellerini ve hamd, sabır, şükür, ihlâs ve takvâ üzere yaşadıkları kulluk hayatlarını kabûl edip onlara kat kat fazlasıyla mükâfatlar vererek “Şekûr” ismini tecellî ettirmektedir. İşte bu ilâhî ahlâktan hisse alabilmek için şükre sarılmak, kâmil mü’minler nazarında müstesnâ bir gönül ufkudur.

Nitekim Nûh -aleyhisselâm- hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا “…Şunu bilin ki Nûh çok şükreden bir kul idi.” (el-İsrâ, 3)

Nuh u bir şey yiyip içmesinden elbise giymesine kadar, her hareketinde dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd ederdi. Giyinirken, yerken, içerken “besmele” çeker; yediğini bitirince veya giydiğini çıkarınca da “elhamdülillâh” derdi. Bunun için Cenâb-ı Hak ona “عَبْدًا شَكُورًا: şükreden bir kul” ismini vermiş ve şükrü teşvîk için onun bu fazîletini bütün insanlığa örnek göstermiştir.5

HER HÂLÜKÂRDA
ŞÜKÜR!..

Hakk’ın rızâsına kavuşmak, O’nun takdîrine râzı olmayı ve yalnızca varlıkta değil, darlıkta da şükretmeyi gerektirir. Yani şükür, hayatın şartları değişse de mü’minin değişmez ve sarsılmaz bir kalbî hasletidir.

Eyyûb u’ın hâli, bu hususta çok ibretli bir misaldir:

Hanımı Rahîme Hâtun Hazret-i Eyyûb’a:

“–Sen bir peygambersin. Duân makbûldür. Çok muzdarip bir hâldesin. Duâ et de şifâya nâil ol.” dedi.

Eyyûb u ise şu mânidar cevâbı verdi:

“–Rabbim bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Hâl böyleyken Cenâb-ı Hak’tan sıhhat talep etmeye teeddüp ederim.”

Eyyûb u sıhhat içinde geçirdiği ömrünün şükrünü ödeyememiş olmanın mahcûbiyeti içinde Rabbinden şifâ istemeye teeddüb etmişti. O’nun şükür ve sabrına mukâbil, “Şekûr” olan Cenâb-ı Hak, yani ecir ve mükâfâtı kat kat fazlasıyla lutfeden Rabbimiz, ona eskisinden çok daha yüksek derecede bir sıhhat, bolluk ve bereket ihsân eyledi.

Şükrün o has kullardaki yüksek tezâhürünü, şu misal, ne güzel ifâde eder:

Hazret-i Râbia’ya sordular:

“–Allah, kulundan ne zaman râzı olur?”

Şöyle dedi:

“–Iztırap ve mihnet içindeyken bile, nîmet içindeymiş gibi şükrettiğinde...”

İşte kâmil mü’minler, şükrün sadece rahatlık zamanlarına has bir ibâdet olmadığını yakînen bilirler. Başlarına ne kadar ağır iptilâlar gelse de, Hakk’a şükretmek, onlarda bir tabiat-ı asliye hâline gelmiştir. Bu yüzden onlar, ilâhî imtihan muktezâsı olarak karşılarına çıkan sıkıntılardan şikâyet etmek yerine, bunların daha ağırından kendilerini koruduğu için Rab’lerine şükretme fazîletini sergilerler.

GERÇEK NÎMET…

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ben’i zikredin; Ben de sizi zikredeyim! Bana şükredin; sakın küfrân-ı nîmette bulunmayın!” (el-Bakara, 152)

“…Eğer şükrederseniz, elbette size olan (nîmetlerimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” (İbrahim, 7)

Şükretmek, nîmetlerin bereketlenmesine vesîledir. Şükürsüzlük ise, küfrân-ı nîmettir, nankörlüktür, bereketsizliğe, nîmetlerin geri alınmasına ve Allâh’ın gazabına sebeptir. Bu hususta Fudayl bin Iyaz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:

“Şükre devam edin. Zira bir kez elden giden nîmetin geri dönmesine pek az rastlanır.” (İhyâ, IV, 232)

Şükür bahsinde Hak âşıklarının durumu ise, nîmetlerin artması veya eksilmesi kaygılarından âzâdedir. Onlar için mühim olan, o nîmetler vesîlesiyle şükrederek Cenâb-ı Hakk’a yakınlıklarını artırabilmektir.

Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati ne güzel izah eder:

“Nîmete şükretmek, nîmetten daha hoştur. Şükrü seven kimse, şükrü bırakır da nîmet tarafına gider mi hiç?.. Seni dostun kapısına ancak şükür götürür. Nîmet, insana uyanıklığın zıddına gaflet de verebilir. Şükretmek ise dâimâ uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!”

ŞÜKRÜ TELKİN EDEN AY…

Her ibâdet, kulun menfaati îcâbıdır. Bu sebeple bilhassa Ramazân-ı şerîfi şükran hisleriyle karşılamak îcâb eder. Zira Ramazan olmasaydı kimse orucun feyzinden istifâde edemezdi. Bunun için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Ayrıca bu mübârek ayda çok küçük gayretlere bile çok büyük ecirler verilmektedir.

Ramazân-ı şerîf, yaşattığı oruç terbiyesiyle, muhtaçların hâlinden anlamayı öğreten, nefislerin ihtirâsını dizginleten, sabrı tâlim eden, nîmetlerin kadrini hatırlatarak hamd ve şükre sevk eden müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir.

Bu mübârek ayda tuttuğumuz oruçlar, bizlere bir bardak suyun, bir lokma ekmeğin bile aslında ne büyük nîmetler olduğunu hatırlatıyor. Üzerimizdeki sayısız nîmetlerin şükrünü ne kadar ödeyebildiğimizin muhâsebesine sevk ediyor.

Lâyıkıyla ihyâ edilen bir Ramazân-ı şerîf, günahların affına vesîledir. Nitekim Allah Rasûlü r buyurur:

“…Ramazân’ı idrâk edip de bağışlanmamış olan kimseye yazıklar olsun! Kişi Ramazan’da da bağışlanmaz ise, peki ne zaman bağışlanacak?!” (İbn-i Şeybe, Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143)

Ayrıca içinde bulunan bin aydan hayırlı Kadir gecesiyle Ramazan, müstesnâ bir kazanç mevsimidir. Hazret-i Mevlânâ bu nîmetin kadrini bilmek husûsunda şu ikazda bulunur:

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”

Bu mübârek ayın şükrünü îfâ edebilmek de büyük bir dikkat ve îtinâ ister. Nasıl ki şükür, sırf sözle olmayıp bütün uzuvların da şükre iştirâk etmesi gerekliyse, oruç ibâdeti de sadece mîdeye tutturularak kâmil mânâda edâ edilemez. Midenin açlığına ilâveten, dil, göz, kulak gibi diğer uzuvları da günahlardan muhâfaza etmek zarûrîdir ki oruç cehenneme kalkan olsun.

Yine bu mübârek ayda, iç dünyamızı yoksul ve kimsesizlere açmak, yalnızların yanıbaşında olmak, merhametimizi artırmak; sadakaları, fitre ve zekâtları severek ve cân u gönülden vermek, verirken alana teşekkür edâsı içinde bulunmak, muhtacı minnet yükü altında bırakmamak; namazlarımızı, teheccüdleri, terâvihleri Rabbimizle müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmak îcâb eder. Yalnızca ümmet-i Muhammed’e has olarak lutfedilmiş olan Kadir gecesinin kadrini bilmek için de, Cenâb-ı Hakk’ın ebedî saâdet vaad ettiği bu nîmetlere şükür duyguları içinde bulunmak şarttır.

VELHÂSIL

Bütün fânîler bize servetlerini verseler, en nihâyet bu bir insan ömrü içinde kullanılacak kadar bir menfaattir. Ölüm, onların hepsini elimizden alacak ve dünya serveti, yine dünyada kalacaktır. Allâh’ın lutfettiği îman nîmeti ise sonsuz bir saâdete götürecektir. Bu sebeple bizim en mühim vazifemiz; Allâh’ın lutfettiği îmânın bedelini, şükürle, minnetlerle Allâh’a ödeyebilmektir. En mühim meselemiz de, şükür borcunu ödeyebilmiş, selîm ve müsterih bir kalp ile huzûr-i ilâhîye varabilmektir.

Dâimâ düşünmeliyiz ki, bir bedel ödemediğimiz hâlde, sırf lutf-i ilâhî ile, insan olarak, mü’min olarak, ümmet-i Muhammed olarak dünyaya geldik ve Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap kılındık. Bütün bunlar, şükründen âciz kalınacak nîmetlerdir.

Maddî nîmetlerin çoğunda hayvanlarla müşterekliğimiz vardır, farkımız pek azdır. Bizi hayvanlardan ayırıp insanlığa yücelten asıl nîmetler, bu mânevî nîmetlerdir. Fakat bu nîmetlerin ne kadar şükrü içindeyiz? Dünyevî bir şeyle ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saâdete götürecek olan îman nîmetinin ve ümmet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, sevinci ve şükrü içindeyiz?

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:

“Nimetlerine, ihsanlarına nâil olunca, Allâh’a şükret; lutfunu gördüğün kişiye de teşekkür et, onu an! İşte bu yüzdendir ki, Cenâb-ı Hak; «Peygamber’e salevât getirin!» buyurdu. Çünkü Hazret-i Muhammed r mü’minlerin dönüp başvurdukları, müstesnâ ve emsalsiz varlıktır!”

Yâ Rabbî! Peygamberler Sultânı Efendimiz r’e ümmet olma şerefinin şükrünü lâyıkıyla îfâ edebilmeyi cümlemize nasîb eyle! Üzerimizdeki nîmetlerini artır! Şükrümüzü daha da ziyâde kıl! Bizi gerçek şükür ehlinin makâmına ulaştıracak bir şükür hâlini, gönüllerimize ilhâm eyle!

Âmîn…

Dipnotlar: 1) Bkz. İhyâ, IV, 153. 2) Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386. 3) Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125; Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367. 4) Cenâb-ı Hakk’ın azıcık bir tâate -şân-ı ulûhiyyetinin îcâbı olarak- kat kat fazlasıyla ecir lutfetmesini; Hz. Mevlânâ’nın “Bir Testi Su” hikâyesi çok özlü bir sûrette îzah etmektedir. 5) Bkz. İbn-i Hanbel, ez-Zühd, s. 50.
 
Üst