Tefekkür

faruki777

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Mar 2010
Mesajlar
161
Tepkime puanı
13
Konum
Hatay
İş
Serbest
KALPLER HANTALLAŞMASIN!..

Bazı kimseler Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne gelerek:

“–Yâ Şeyh! Gönlümüz gaflet uykusundadır; öyle ki, artık hiçbir sözün tesiri olmuyor. Ne olur, bizi uyandırmak için siz bir nasihatte bulunsanız…” dediler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurdu ki:

“–Keşke sizin gönlünüz uyuyor olsaydı... Çünkü uyuyan kişi tez uyanır. Fakat sizin gönlünüzün ölmüş olmasından korkarım! Zira ne zamandır uyandırmak isterim de hiç yerinden kımıldamaz!”

Bu ifâdeler karşısında dehşete kapılan o şahıslar:

“–Yâ Şeyh! Bu hükmünüzle bizi korkutuyorsunuz.” dediler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurdu ki:

“–Eğer bugün korkarsanız, yarın kıyâmet günü emîn olursunuz. Vay o kişinin hâline ki, bugün burada korkulması îcâb eden (emir ve yasaklar)dan korkmaz!..” (Tezkiretü’l-Evliyâ)

Cenâb-ı Hak, bizlere müstesnâ bir nîmet olarak lutfettiği, hissiyat merkezi olan “kalb”in, bu ilâhî imtihan âleminde dâimâ ilâhî sır ve hikmetlerin doyumsuz hayranlığı içinde olmasını arzu ediyor. Böylece Hakk’a yakınlık ve dostluğun rikkat ve hassâsiyeti içinde, takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşamamızı diliyor. Fânîliği idrâkin kazandırdığı gönül uyanıklığına sahip olmamızı istiyor.

Gaflet, yani dünyevî ve nefsânî şartlanmalar; idrâk zaafiyetine, hassâsiyet körelmesine ve kalbî hantallığa sebebiyet verir. Bu hastalığın en tesirli tedâvî yollarının başında, “tefekkür” gelir. Zira tefekkür, insanın çoğu kez şuursuzca içine sürüklendiği hatâ ve isyanların farkına varıp telâfîsine yönelmenin en mühim vesîlesidir.

NEYİN TEFEKKÜRÜNDEYİZ?..

Tefekkürden maksat; gâyesiz, şuursuz ve nefsânî bir düşünme faâliyeti değildir. Her insanın, bir şekilde düşüncelere dalması gayet tabiîdir. Fakat herkesin tefekkürle varacağı nokta, kalbî durumuna göre farklı farklıdır. Zira pek çok nîmet gibi tefekkür nîmeti de iki uçlu bir bıçak gibidir. Kullanıldığı yere göre hayra da vesîle olabilir, şerre de… Bu sebeple kimileri, düşünceleriyle rûhâniyet ufuklarına kanat açarken, kimileriyse nefsâniyetin hoyratlığı içinde ömrünü ziyan eder.

Mevlânâ Hazretleri’nin şu misâli, bizlere ne güzel bir ufuk açmaktadır:

“İdâreciler, bir havuza; halk ise havuzu dolduran borulara benzer. Eğer borulardan pis su gelirse, havuz pis suyla; temiz su gelirse, havuz temiz suyla dolar.”

İnsan vücûdunda tefekkür ve tahassüsün merkezi olan “kalp” de bir havuz gibidir. Merhum Necip Fâzıl’ın tâbiriyle, bu havuzu dolduran oluklar çifttir, birinden nûr akar, birinden kir… Yani bu oluklardan sürekli nefsânî iştihâlar, ihtiraslar ve gafletler gelirse, iç âlemimiz bir mezbeleye döner. Lâkin bu oluklar feyiz ve rûhâniyet pınarlarına mecrâ olursa, kalpler bir hikmet deryâsı hâline gelir.

Cenâb-ı Hak, bizden rûhânî tefekkür istemektedir. Aksi hâlde tefekkür istîdâdı nefsânî arzuların anaforunda helâk edilmiş olur. Çünkü hak ile meşgûl olmayan bir kalbi bâtıl işgâl eder.

Kâinatta her şey, kalbin seyrettiği bir vitrindir. Kalp, her vitrinden muhakkak bir tesir alır. Bu sebeple kalbin Rahmânî vitrinleri mi, şeytânî vitrinleri mi seyrettiğine dikkat etmelidir. Zira parmak izi nasıl ki maddî bir kimlik ise, insanın seyredip tefekkürüne mâl ettiği vitrinler de, kişinin mânevî kimliğini meydana getirir.

Öte yandan, rûhânî tefekkür kâbiliyeti, insanı diğer mahlûkattan ayırıp farklı ve üstün kılan bir husûsiyettir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Ey kardeş! Bedenin et ve kemik olarak (yani maddî bakımdan) hayvanlarla aynı. Sen, asıl tefekkür ile hayat bulmalısın. Tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin. Eğer, diken gibi düşünüyorsan (nefsânî arzularına mağlûp isen) ateşte yanacak bir kütüksün!”

İşte insanoğlu, tefekkürünü doğru kullandığında rûhen yücelerek meleklerden üstün bir mertebeye nâil olur. Fakat nefsine mağlûp olup bu vasfı zâyî ederse, o zaman diğer mahlûkattan farkı kalmaz. Âyet-i kerîmedeki; “…Onlar hayvanlar gibidir, hattâ yolca daha da sapıktırlar.” (el-Furkan, 44) hitâbının muhtevâsına girer.

Mevlânâ Hazretleri, rûhânî tefekkürden uzak gâfillerin düştükleri şaşkınlık hâlini şu teşbihle îzah eder:

“Öküzün biri, Bağdad’a gelir ve şehri bir baştan öbür başa kadar dolaşır. (Pek çok medeniyete ev sahipliği yapan, ortasından şırıl şırıl akan Dicle nehriyle ilâhî sanatın müstesnâ bir sergisi olan) Bağdat şehrinde hoşlanılacak nimetler olarak yalnızca kavun ve karpuz kabuklarını görür… Zaten öküzle eşeğin seyrine lâyık olan şey; ya yola dökülen saçılan samandır, yahut yolların kenarında biten çayır çimendir!”

Ârif bir zât ne güzel söyler:

“Bu cihân, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sahipleri için esrâr ve sanat-ı ilâhiyeyi kalben seyredebilmek), ahmaklar için de yemek ile şehvettir.”

Tefekkür nîmetini nefsânî arzulara râm edip rûhânî tefekkürden uzak kalmak; kalbi kör ve sağır hâle getirip ilâhî hakîkatlere karşı duyarsızlaştırır. İçinde yaşadıkları ilâhî imtihan dershânesinde alık ve abus bir çehreyle dolaşanların dünyada gâfilce oynadıkları körebe oyunu, âhirette ebedî bir körlüğe dönüşecektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Bu dünyada (gaflete dalmak sebebiyle) kalbi kör olan (yani ilâhî hakîkatlerin uzağında kalan), âhirette de kör ve daha şaşkındır.” (el-İsrâ, 72)

GERÇEK TEFEKKÜR İKLÎMİ…

Nasıl ki göz, görebilmek için ışığa muhtaçsa; kalp de tefekkürde rûhânî bir derinlik temin edebilmek için, “Kur’ân ve Sünnet”in nûruyla aydınlanmaya muhtaçtır. Zira insan aklı, ancak Kur’an ve Sünnet ışığında hakka ve hayra ulaştıracak şekilde programlanmıştır. Bu sebeple Kur’an ve Sünnet’in açtığı tefekkür ufku olmasaydı, sırf aklımızla birçok hakîkati hem kavrayamaz hem de ifâde edemezdik. Feylesofların dûçâr olduğu çıkmaz sokaklarda helâk olurduk.

İnsan bu dünyaya boş bir kaset olarak gelir. Bu kaset Kur’ân ile dolduğu ölçüde, insan kemâl bulur. Kur’ân-ı Kerîm, muhtelif ifadelerle tam 137 yerde mü’mini ilâhî hikmet ve hakîkatler üzerinde tefekkür seferberliğine dâvet etmektedir.

Kâinattaki kudret akışları, âdeta sessiz ve sözsüz ilâhî şiirlerdir. Bu şiirleri okuyabilmek, kalplerdeki duyuşların derinliği nisbetinde mümkündür. Engin bir kalp âlemine sahip olan Hak dostları, kâinattaki ilâhî sanat eserlerine sathî bir nazarla değil, engin bir deryaya bakar gibi nazar eder, damlada gizli deryaları görerek mânâ iklimlerine yol alırlar. Allâh’a kalben vâsıl olmayı gâye edinen tasavvuf ehli de, bu gâyeye ulaştıracak yegâne yol olan Kur’ân ve Sünnet’i hayatlarının mihveri kılmışlardır. Üzerinde derin derin düşünülmesi emredilen nice Kur’ân âyetlerini, evrâd hâline getirmişlerdir. Kur’ân’ın ince mânâlarını kavrayabilmek için, kalplerini sâfiyete erdirmelerinin zarûretine inanmışlardır.

Şâir Necip Fâzıl, o yüksek ruhların Kur’an ve Sünnet iklîminde ulaştıkları tefekkür derinliğinin, kendilerini nasıl bir tevâzû ve hiçlik duygusuna sevk ettiğini şöyle tasvir eder:

O erler ki gönül fezâsındalar,

Toprakta sürünme ezâsındalar…

Yıldızları tesbih tesbih çeker de,

Namazda arka saf hizâsındalar…

KÂİNAT KİTABINI OKU!

Kur’ân-ı Kerîm gibi ilâhî kudret ve azamet tecellîleriyle dolu bir hikmetler kitabı olan kâinât içinde olup da onun üzerinde tefekkür etmemek, insanlık haysiyetiyle bağdaşmaz. Zira bu âlemde her zerre, diri bir gönle sahip olan insanla konuşur. Bütün varlıklar, hâl lisânıyla beyan durumundadır. Kâinatta Hâlık’ını tanıtmayan hiçbir zerre yoktur. Bütün mahlûkat, kendisini yoktan var eden Hâlık Teâlâ’nın mührünü taşımaktadır. İnsana düşen, ilâhî kudret akışlarının tefekküründe derinleşerek, bu ilâhî mühürleri ibret nazarıyla görebilmektir.

Âmâ bir kimse bile, güneşin doğduğunu göremese de harâretinden anlar. Hâl böyleyken, akıl ve idrak sahibi bir insanın, kâinat kitabında ilâhî kudret kaleminin çizdiği hârikalar karşısında alık ve abus kalması, eserden müessire, sanattan sanatkâra zihnen ve kalben intikal edememesi ne hazindir… Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şüphesiz ki Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-Enfâl, 22)

İlâhî hakîkatlerle donatılmış bir âlemde yaşayan insan için Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğini kavrayamamak abestir. Zira bir Hak dostunun buyurduğu gibi:

“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâibdir.”

Şu kıssa bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

Evliyâullâhın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, bir gün pek çok kimsenin telâş ve merak içerisinde bir yere doğru koştuğunu görür. Onlara:

“–Böyle telâş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?” diye sorar. Onlar da:

“–Falan yerden bir âlim gelmiş! Allâh’ın varlık ve birliğini binbir delille îzâh ediyormuş! Ondan istifâde etmeye gidiyoruz. İsterseniz siz de buyurun!” derler.

Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, buruk bir tebessümle şöyle der:

“–Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalpler için kâinatta sayısız ilâhî şehâdet terennümleri ve deliller var. Bizzat Cenâb-ı Hakk’ın, kendisi hakkında nice şehâdeti var. Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen hâlâ şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur.”

Kâinat kitabını okuyabilen bir insan, topyekün kâinâtın, son derece ince ve hassas bir hesap içinde ilâhî tanzîme boyun eğmekte olduğunu görüp; âlemin en üstün varlığı olan insanın hesapsız, gelişigüzel ve nefsâniyetine mağlûb olarak hareket etmesinin ne kadar akıl, insaf ve iz’an dışı olduğunu kavrar. Hayat ve kâinâtın mânâsını idrâk edip bu cihandaki vazifesinin ne olduğunu anlar.

Velhâsıl, Hakk’ın râzı olacağı bir tefekkür faâliyeti, ancak Kur’ân ve Sünnet rûhâniyetiyle beslenen bir zihnî ve kalbî zeminde neşv ü nemâ bulur. Böyle bir tefekkürün nihâî hedefi de;

– Kâinâtın Hâlıkı olan Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd’un varlığına vukûf,

– O’nun kudret ve azameti karşısında hiçlik ve acziyetimizi kavramak ve,

– O’nun sayıya gelmez nîmetlerinin şükründen âciz olduğumuz şuuruna ermektir. Böylece rakîk bir kalp ile takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşamaktır.

İBÂDET HAYATINDA TEFEKKÜR

Rûhânî bir tefekkür, tahkîkî îmâna ermeye vesîledir. İlmin irfâna dönüşmesi için, tefekkür ufkundan süzülerek kalbe nakşedilmesi zarûrîdir.

Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:

“Çok tefekkür eden, mutlak sûrette bilgili olur. Gerçek mânâda bilgili olan da mutlaka sâlih amellerde bulunur.” (İhyâ, IV, 764)

İbâdetler, ancak huşû ile îfâ edildiğinde seviye kazanır. Tefekkür, ibâdetlerde huşûyu temin eder. Zira tefekkür; ibâdet esnâsında kimin huzurunda olduğunun şuur ve dikkatini kazandırır. Bu sebeple tefekkür derinliği içinde îfâ edilen ibadetlerle, gâfilâne îfâ edilenler arasında muazzam bir seviye farkı vardır.

Nitekim Hazret-i Ali t da:

“İlimsiz ibâdette, tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz azalır.” buyurarak makbul bir ibâdet hayatı için tefekkürün luzûmuna işâret etmiştir.

Peygamber Efendimiz r :

“Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 121) hadîs-i şerifleriyle, tefekkürle kalbin feyizlenmesini, ibâdet seviyesinde gördüğünü beyan buyurmuştur. Yani nefsânî ihtiraslardan kurtulmak, kalbi inceltip zarifleştirmek, îmânı kuvvetlendirmek, gereksiz endişeleri terk edip hayatta huzuru bulmak için tefekkür gerekli olduğu gibi, ibâdetlerin kabûlü için de şarttır.

EFENDİMİZ r’İN TEFEKKÜR HÂLİ

İnsanlık içinde tefekkür ve tahassüs derinliği bakımından en zirve tecellîlere mazhar kılınmış yegâne örnek şahsiyet, hiç şüphesiz ki Rasûlullah r Efendimiz’dir. Hak dostlarından Ahmed er-Rifâî Hazretleri buyurur ki:

“Tefekkür, Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in ilk amelidir. Zira bütün farzlardan önce O’nun ibâdeti, Allâh’ın mahlûkâtını ve nîmetlerini düşünmekten ibâretti. Öyleyse siz de tefekküre iyi sarılın ve onu ibret vesîlesi yapın.”

Hakîkaten, Allah Rasûlü r peygamberlikle vazifelendirilmesine yakın zamanlarda kendini daha çok tefekküre vermişti. Bilhassa Hira Mağarası’nda günlerce inzivâya çekilmiş ve atası İbrahim u gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek sûretiyle derin bir tefekkür iklîmine girmişti.

Efendimiz r daha sonraki hayatında da dâimâ yüzünde tebessüm olsa da kalbi mahzun ve düşünceli idi. Zarûret olmaksızın konuşmaz, sükûnet hâli uzun sürerdi. Ümmetini de her fırsatta Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekküre dâvet eder[1] insanın tefekküre muhtaç olduğunu telkin buyururdu. Bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti...” buyurmuşlardı.[2]

İnsan konuşacaksa, sükûttan kıymetli hikmetler söylemelidir. Aksi hâlde susmalıdır. Efendimiz r’in gayet öz konuşup sükûtunun uzun sürmesi, bizleri çok konuşmaktan tefekküre fırsat bulamayan gâfiller gibi olmaktan îkaz mâhiyetindedir.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Sözü hikmet olmayanın konuştuğu yersiz, tefekkür etmeyenin sükûtu boş, ibret nazarı ile bakmayanın bakışları hatâdır.” (İhyâ, IV, 764)

Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri; “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizden yüz çevirteceğim…” (el-A’râf, 146) âyetinin tefsirinde:

“Cenâb-ı Hak, bu gibilerin gönüllerini ilâhî azamet üzerinde tefekkürden alıkoyar.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 764)

Peygamber Efendimiz’in tefekkür hayatına dair bir hâtırasını Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle nakleder:

“Bir gece Rasûlullah r bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdetle geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim. Ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu. O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam oldu. O, bu hâldeyken, Bilâl namaza çağırmaya geldi. Efendimiz’in ağladığını görünce:

«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü r:

«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu ve şu âyetleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386)

İşte Allah Rasûlü r ilâhî azamet tecellîlerinin tefekkürü içinde sabahlara kadar gözyaşı dökmüşlerdi. Ümmet-i Muhammed olarak bizler de kalplerimizin incelmesi için, ilâhî kudret akışlarının tefekküründe yoğunlaşmalıyız.

ASIL MÂRİFET…

Kur’ân-ı Kerîm’deki her ilâhî yemin; “İlâhî azameti gör, tanı ve bu azamet karşısında kendinin bir «hiç» olduğunu unutma!” mânâsında bir tefekkür telkinidir. Makbûl bir kulluk da, Rabbin kudret ve azametinin sonsuzluğu karşısında kulun her an “hiç”liğini ve zayıflığını îtirâf etmesini gerektirir.

Hakîkaten, beşer olarak dünya şartlarında sahip olduğumuz idrak melekeleri sınırlı, ilâhî hakîkatler ise sınırsızdır. Akıl, âdeta bir el terazîsi kuvvetinde; lâkin tartılacak olan hakîkat, dağların çekemeyeceği ağırlıktadır. Cenâb-ı Hakk’ın insan idrâkine bildirdiği hakîkatler, ilâhî hakîkatlerin ancak cüz’î bir kısmıdır. Bu cüz’î kısmın da acabâ ne kadar künhüne vâkıf durumdayız!?

Şu bir hakîkattir ki, sadece idrâkimizin alabileceği ilâhî hakîkatlere bile tam mânâsıyla vâkıf olabilsek, mârifetullah, muhabbetullah ve haşyetullah’tan iki büklüm olur, alnımızı secdeden kaldırmadan son nefesimizi beklerdik.

Nitekim “…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) beyânı mûcibince Hakk’ı tanıyabildiğimiz ölçüde O’na karşı takvâ duygularımız inkişâf eder. Nitekim Bişr-i Hafî Hazretleri şöyle der:

“Eğer insanlar, Allah Teâlâ’nın azameti hakkında (lâyıkıyla) tefekkür etseler, O’na isyan edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesir, I, 448)

Hak dostu Hâtem-i Esam Hazretleri de:

“İbretle bakmaktan ilim artar, zikirden muhabbet ziyâdeleşir, tefekkürden ise takvâda merhale kat edilir.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 765)

Cenâb-ı Hakk’ın bize bildirdiği hakîkatleri, dünyadan aldığımız intibâlar nisbetinde kavramaktayız. Bu ilâhî beyanların sınırlı idrâkimizde meydana getirdiği mânâ ile onun gerçeği arasında da kim bilir ne muazzam bir mâhiyet farkı vardır!? Vâkıf olabildiğimiz ilâhî hakîkatlerin dışında kim bilir insanın kavramaktan âciz olduğu için beşeriyete teklif ve tebliğ edilmemiş daha ne muhteşem hakîkatler bulunmaktadır!.. Gözleri gayb perdesiyle kapanmış, âdeta körebe oynayan çocuklar gibi el yordamıyla bulabildiğimiz hakîkatler, ilm-i ilâhînin yanında ne kadar da cüz’îdir!..

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz r:

“Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.” buyurmuştur. (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112)

Efendimiz r beşeriyet içindeki mârifetullah zirvesi olmasına rağmen yine de Cenâb-ı Hakk’a sık sık:

“Yâ Rabbî! (Sen’i tenzîh ve takdîs ederiz.) Biz Sen’i Sana lâyık bir mârifetle tanıyamadık...” niyazında bulunmuş ve istiğfâr etmiştir. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

Yine bâzı duâlarında da:

“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” buyurmuşlardır. (Müslim, Salât, 222)

Bizler de ilâhî kudret ve azametin sonsuzluğu karşısında âdeta bir “hiç” durumunda olduğumuzu tefekkür edip bu duygu derinliği içinde hamd, şükür, zikir ve istiğfâra yönelmeliyiz. Unutmamalıyız ki Rabbimiz müteâldir, yani bizim O’nu tanıdığımızdan çok daha yüce ve beşer idrâkinin kavramaktan âciz kalacağı bir mükemmelliktedir. O her türlü noksanlıktan münezzeh, her türlü kemâl sıfatla muttasıftır. İşte O’na bu tefekkür ufku içerisinde kulluk etmemiz şarttır.

Velhâsıl rûhânî tefekkür, bir terbiye mektebidir. Mü’minler olarak bu mektebin gayretli birer talebesi olmamız, “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1-2) emr-i celîlinin muhtevâsından hisseler almaya çalışmamız îcâb eder.

Rabbimiz, bizleri nefsânî tefekkürden ve tefekkürsüzlük gafletinden muhâfaza buyursun! Kalbimizi, aklımızı, duygu ve düşüncelerimizi rızâ-yı ilâhîsiyle te’lif eyleyecek rûhânî bir tefekkür iklîminde yaşamayı nasîb eylesin!

Ayrıca, yaklaşmakta olduğumuz Kurban Bayramı vesîlesiyle şunu da ifade edelim ki, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“On geceye (haccın on gecesine) yemin olsun ki…” (el-Fecr, 2) buyurarak Zilhicce ayının ilk on gününe dikkat çekiyor. Efendimiz r de, bu on günü kastederek:

“Başka günlerin hiçbirinde, bu günlerde işlenecek amel-i sâlihten -Allah katında- daha sevimli bir amel yoktur.” buyurmuştur. Hattâ kendisine:

“–Allah yolunda cihad da mı üstün değildir?” diye sorulunca da:

“–(Evet) Allah yolunda yapılacak cihad da. Ancak malını ve canını tehlikeye atarak cihâda çıkan, herhangi bir ganimetle dönmeyip şehîd olan kimsenin cihâdı müstesnâ.” buyurmuştur. (Buhârî, Iydeyn, 11)

Bu bakımdan İslâm büyükleri, fazîlet itibâriyle Ramazan’ın son on günü ve Zilhicce’nin ilk on gününü, büyük bir gönül uyanıklığı içinde ganimet bilmişlerdir. Bizler de bu mübârek günleri sâlih amellerle ihyâ etmeye gayret göstermeliyiz.

Unutmayalım ki insanın gönlüne taht kuran en mühim üç şey; “mal, can ve evlât” sevgisidir. Bilhassa Hac günleri ve Kurban Bayramı, İbrahim u’ın Rabbine olan teslîmiyet hâtırasını yürekten yâd ederek, gönüldeki bu üç tahtı da Allah rızâsına adayabilmenin tefekkür ve muhâsebesine girmek için en feyizli vakitlerdir.

Rabbimiz, “Halîlim” buyurduğu İbrahim u’ın teslîmiyetinden, “Habîbim” buyurduğu Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in rûhâniyetinden gönüllerimize hisseler bahşeylesin. İnşâallah, teşrîfiyle müşerref olacağımız Kurban Bayramını, bütün İslâm dünyası için ve hâssaten memleketimiz için saâdet ve bereket vesîlesi kılsın! Yine bu mübârek günler hürmetine, gönlünü bir dergâh hâline getirerek bayramın hakîkatini idrâk eden bahtiyar kullarından olmayı, cümlemize nasip ve müyesser eylesin!..

Âmîn…




[1] Bkz. Deylemî, II, 56.

[2] Bkz. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838.
 
Üst