Dünyada Barış

aris

Kayıtlı Üye
Katılım
3 Tem 2008
Mesajlar
660
Tepkime puanı
142
Her şey, onun belli bir andaki görünüşüne bakılarak değil, gösterdiği gelişimin derecesine bakılarak değerlendirilir.

Gerçekte var olan her şeyin, iyi, kötü ve hatta dünya üzerinde olabilecek en korkunç, en zararlı şeyin bile var olma hakkı vardır. Onun hiçbir şekilde tamamen ortadan kaldırılmaması gereklidir. Bizim üzerimize düşen görev, onu düzeltmek ve kaynağa geri göndermektir.

Yaratılış sürecine yakından bakmak, incelemek bu eylemdeki ve onu gerçekleştirendeki mükemmelliği, yüceliği görmek için yeterlidir. Bu nedenle yaratılışı iyi anlamalı ve yaratılışın herhangi bir parçasının gereksiz veya yararsız olduğunu söylemekten dikkatle kaçınmalıyız. Çünkü bu, yaratılışı karalamak demektir.

Ama yaratıcının yaratma eylemini gerçekleştirdiği sırada tam olarak tamamlamadığı iyi bilinmektedir. Doğumdan önceki evreden başlayarak büyüme evresinin son bulduğu ana kadar adım adım devam eden gelişmenin yasalarına göre gerçekliğimiz yönetilmektedir. Bu nedenle bir meyvenin olgunlaşmaya başladığı andaki acı tadında bir kusur göremeyiz, çünkü meyve henüz gelişim sürecini tamamlamamıştır.

Aynı durum gerçekliğin diğer unsurları için de geçerlidir: bir şey zararlı ve kötü olarak görünüyorsa, bu aslında onun gelişim sürecini henüz tamamen tamamlamadığındandır, gelişim sürecinin bir evresini yaşamaktadır. Bu nedenle de o şeyi kötü ve zararlı olarak tanımlamaya veya onu görmezden gelmeye hakkımız yoktur, bu akılsızca olur.

Dünyayı Düzeltenler

Bu sonuç bizim, dünyayı düzeltmeyi deneyenlerin her jenerasyonda insanı sadece bir “makine” gibi algıladıklarını ve bu makineyi hatalı işlev gördüğünde geliştirerek, örneğin kötü parçaları daha iyi parçalarla değiştirerek düzeltebileceklerini sandıklarını görmemizi sağlar.

Tüm çabaları insanoğlunun içindeki şeytanı yok etmek üzerine odaklanmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Yaratan onlara karşı olmasaydı, başarıyla insanlığı bir elekten geçirir ve geriye yalnızca iyi ve doğru, yararlı olanları bırakmayı başarırlardı.

Ama Yaratıcı yarattığı her şeyin her bir parçasına büyük özen gösterir ve kimsenin onun bir parçasına zarar vermesine müsaade etmez. Buna uygun olarak da, şeytan dünyada varlığını devam ettirirken bütün bu “düzelticiler” yok olacaklardır. O var olur, yaratılışın her bir unsurunun gelişim sürecindeki adımları bu süreç tamamlanana dek takip eder.

Şeytani özellikler zamanla değişecek ve Yaratanın onları ilk yarattığı andaki gibi iyi ve doğru hallerine döneceklerdir. Bu, bir meyvenin insanlar onun tadını ve lezzetini anlayabilsinler diye günlerce ve aylarca ağaçtaki dalında olgunlaşana dek asılı kalmasına benzer.

Doğanın Islahının Hızlandırılması

Ama bu bahsedilen gelişim yasası tüm gerçekliğe yayılarak, insanların görüşünü almadan kötülüğün iyiye ve doğruya dönüşmesini de garanti etmektedir. Aynı zamanda Yaratan insana güç vermiştir ve onun bu yasayı, gelişim sürecini kendi isteğine göre, özgürce ve zamandan bağımsız olarak hızlandırmasını kontrol edebilecek olanağı sağlamıştır.

Yukarıdaki gelişim sürecinde iki tür güç yer almaktadır.

· Kötü ve zararlı olan her şeyin sonuçta iyi ve yararlı şeylere dönüşeceğini garanti eden “ilahi güç”. Ama bu, zamanla gerçekleşecektir, yavaş ve acı veren bir süreçte geçekleşecektir, gelişmekte olan obje korkunç acılar çekecek, evrimin acımasız silindiri altında ezilecektir.

· Yukarıda anlatılan gelişim yasası üzerinde kontrol sağlayan ve zamanın prangalarından kendilerini kurtarabilen insanları temsil eden “dünyevi güç”. Bu insanlar nihai sonuca ulaşmada süreci oldukça hızlandırmaktadırlar. Diğer bir deyişle, kendi evrim ve ilerlemelerini tamamlamaktadırlar.

Eğer hak ederlerse, gelişimin yasasını kendi elleri arasına alabileceklerdir. Bu yasa, olumsuz özelliklerini olumlu özelliklere dönüştürmeye yönlendirilmiştir. Bu demektir ki işe olumsuz özelliklerinden başlayabilirler ve bunları olumluya dönüştürebilirler. Böylece zaman kısıtlamasından kurtulacaklardır, gelişimin en üst düzeyde gerçekleşmesi onların kendi ellerinde olacaktır, örneğin: hareketlerinin ve düşüncelerinin niteliği. Bu yolla gelişimin en ileri seviyesine ulaşma sürecini hızlandırabileceklerdir.

Olumsuz özelliklerinin gelişimini kontrol edebilmeyi hak etmeseler de ve bunu çevrenin ellerine bıraksalar da nihai cezalandırma ve kurtuluş yine de onlara bahşedilmiştir. Bu durumda süreç koşullara ve zamana bağlı olarak sonuçlanacaktır.

Düzeltme süreci, aşamalı ilerleme yasasına uygun olarak pek çok aşamayı içermektedir. Bu yavaş, zorlu ve son derece uzun bir süreçtir. İlerlemenin öznesi olan objeler yaşadıkları ve hissettikleri için, sürecin aşamalarını kat ederken büyük acılar çekmektedirler. Bir kişiyi bir aşamadan diğerine geçmeye zorlayan güç kederden ve acıdan başka bir şey değildir. Alt düzeyde biriken, toplanan acılar insanı öyle dayanılmaz bir noktaya getirir ki, kişi bu aşamayı terk etmek ve bir üst aşamaya geçmek zorunda kalır.

Bu tür ilerleme aşamalı ve zamana bağlı ilerleme yasasının garantilediği sondur ve “zamanında” adını alır. Sürecin tamamlanması kaçınılmazdır, çünkü kişi özelliklerinin gelişimini kendi eline almıştır ( buna “acele edeceğim” denilir).

İyi Ve Kötü Bir Kişinin Yaşadığı Toplumdaki Davranışlarına Göre Değerlendirilir

İnsan ırkında kötünün ıslahı meselesinden önce “iyi” ve “kötü” gibi muğlâk terimlerin tanımları üzerinde durmalıyız. Diğer bir deyişle “iyi” ve “kötü”nün eylemleri ve özelliklerini analiz ederken bunların kime göre iyi ve kötü olduğunu netliğe kavuşturmamız gereklidir. Bunu anlayabilmek için bir insanın parçanın bütüne göre değerinin göreli olduğunu bilmesi gerekir. Örneğin; insanın içinde yaşadığı maddi ve manevi gıdasını aldığı toplum karşısındaki yeri.

İnsanın, kendisini içinde yaşadığı, ona hizmet eden ve ihtiyaçlarını karşılayan toplumdan soyutlarsa yaşamaya hakkı olmadığını gerçekler kanıtlamaktadır. Buradan hareketle, bir insan her şeyden önce bir toplum içinde yaşamak üzere yaratılmıştır. Her bir birey tek bir mekanizma içinde yer alan küçük bir dişlidir. Bağımsız olarak bu dişlilerin hareket etme özgürlükleri yoktur. Bir yönde hareket eden tüm dişlilerin genel devinimi içinde yer alır ve bu sayede mekanizma kendisine verilen görevi yerine getirebilir. Dişlilerden birisi kırılırsa, bu sadece tek bir parçanın kırılması olarak algılanmaz. O parçanın tüm mekanizma içinde oynadığı role göre değerlendirme yapılır.

Benzer şekilde, her bir bireyin toplumdaki değeri de kendi başına ne kadar iyi olduğuyla değil, onun topluma ne gibi katkılar yaptığıyla ölçülür. Bunun tersi düşünüldüğünde de kişinin kötülük derecesini ölçmeyiz. Bunun yerine onun topluma verdiği zararı kale alırız.

Hem doğruluk hem de iyilik bakımından bu gün gibi açıktır; çünkü bütünün sahip olduğu şeyler küçük parçalarda olanlardan ibarettir ve bütün toplumun yararına olan şey her bir bireyin de yararınadır. Topluma zarar veren kişi aslında kendisine zarar vermektedir. Topluma faydası olan kişi de, bütünün bir parçası olması nedeniyle bu faydadan payını alır. Toplamın değeri küçük parçaların toplamından meydana gelir.

Bu da gösterir ki birey ve topluma aynı ve tek şeylerdir. Bireyin topluma tabi, ikincil olmasında herhangi kötü bir şey yoktur; çünkü bireyin de toplumun da özgürlüğü aynı şeyi meydana getirir. İyi ve kötü özellikler ve eylemler onların topluma faydaları oranında değerlendirilir.

Bu söylenilen durumun toplumda kendi üzerine düşen görevleri yerine getiren, toplumdan ihtiyacı olanı kadarını alan ve üstlerinin paylarına tecavüz etmeyen bireyler için geçerli olduğunu söylemeye gerek yoktur. Ama toplumun bazı bireyleri farklı davranırlarsa hem kendilerine hem de topluma zararlı davranırlar.

Tüm bu söylenilenler düzeltilmesi gereken şeyin zayıf noktasına ışık tutmaktan ibarettir. Bu yolla herkes kendi faydasının ve toplumun faydasının tek ve aynı şey olduğunu ve dünyanın bu yolla ancak düzelebileceğini anlayabilir.

Dört Kategori: Birey Ve Toplum Açısından Merhamet, Doğruluk, Adalet ve Barış

İyiliğin gerçek anlamını kavradığımıza göre şimdi de mutluluğu daha hızlı yakalayabilme araçlarımızı kontrol etme yöntemlerimize daha yakından bakabiliriz.

Bu sonuca ulaşmak için kontrolümüzde olan dört kategori vardır: merhamet, doğruluk, adalet ve barış. Dünyayı düzeltmeye çabalayan herkes bu dört kategoriyi kullanmıştır. Daha ziyade, bugüne dek insanlık bu dört kategori içinde gelişmiş ve ilahi takdir insanları bugün içinde bulundukları duruma getirmiştir.

Yukarıda söylendiği gibi yapabileceğimiz en doğru şey gelişim yasasını kontrol edebilmeyi kendi elimize almaktır. Böylelikle tarihin bizim için gelecekte hazırladığı acılardan kurtulabiliriz.

Bu çerçevede bu dört kategorinin şimdiye dek bizlere neler sağladığına bakalım ve sonuç olarak da bunların gelecekte ne gibi faydaları dokunabileceğini anlayalım.

“Doğruluğu” Sağlamada Yaşanan Pratik Güçlükler

Pozitif özellikleri teorik bakımdan incelemeye kalktığımızda en ideal olanı “doğruluk”tur. Birey ve toplum arasındaki karşılıklı bağımlılığı ele alarak, bireyin topluma verdiği ve içinde faaliyet gösterdiği toplumdan hakkı olan payı aldığı şeklinde tanımladığımız “iyilik” tam da “doğruluk” denilen şeydir. Bu her zaman için istenilen şeydir, çünkü uygulamada bu ilke toplumda kabul görmemektedir. Uygulamada doğruluğun eksikliği önceden belirlenmiştir. Toplumun bunu kabullenememesine neden olan bir kusur, bir noksanlık vardır ve biz bunun ne olduğunu bulmalıyız. Doğruluğun uygulamada sağladığı yararı derinlemesine incelemeye kalktığımızda bunun son derece muğlâk, anlaşılması güç ve görülmesi zor olduğunu anlarız.

Doğruluk bizlerin toplumdaki herkesi eşit kılmamızı gerektirir, böylece her birey kendi çabası doğrultusunda hak ettiği karşılığı alacaktır, ne daha eksik ne de daha fazlasını. Bu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek en temel dayanak noktasıdır. Açıktır ki başkasının gerçekleştirdiği çabalardan fayda sağlamak isteyen kişinin eylemleri hem ortak bilinçle hem de doğruluk kategorisiyle çelişkilidir.

Peki, bu kategoriyi toplum tarafından kabullenmesi için nasıl yorumlamalı ve anlamalıyız? Örneğin herkesin eşit saatte çalışmasını mecburi kılarsak doğruluk kategorisi yine bizden uzakta kalmış olacaktır. Dahası, çalışanın fiziki ve manevi durumuyla alakalı olarak açık bir yalanla karşı karşıya kalacağızdır.

Doğal olarak her birimiz eşit miktarda çalışamayız. Zayıflığı dolayısıyla, arkadaşının iki veya daha fazla saatte harcadığı enerjiyi aynı işi yapmak için bir saatte harcamak durumunda olan bir insan her zaman için olacaktır.

Bir de psikolojik sorun vardır, çünkü tembel kişi bir başkasının iki saatte harcadığı enerjiden çok daha fazlasını bir saatte harcar. Mutlak doğruluk açısından bakarsak, toplumun belli bir bölümünü yaşamın gereklerini karşılamak için toplumun geri kalanından daha fazla çalışmak zorunda bırakamayız.

Gerçek hayatta toplumdaki güçlü ve girişimci kişiler diğerlerinin emeğinden faydalanırlar ve kötü niyetle bunu kullanırlar, bu açıkça doğruluk kategorisiyle çelişen bir durumdur. Toplumun zayıf ve tembel üyeleriyle karşılaştırılınca bu kişiler çok az çaba sarf etmektedirler.

Eğer çoğunluğun haklı olduğu teorisinden hareket edersek, çalışma saatlerine dayanarak doğrunun bulunmasının gerçek dışı ve uygulanamaz olduğunu görürüz. Zayıf ve tembel olanlar her zaman toplumun daha büyük kısmını oluşturacaktır ve hiçbir zaman daha güçlü ve çalışkan olan azınlığın emeklerinin meyvesini almasına izin vermeyeceklerdir.

Açıktır ki bireyin çabasına dayanarak oluşturulan ilke tamamen elverişsizdir. Doğruluk, bireyin ve toplumun ilerlemesinde belirleyici olan anahtar unsur olamaz. Bütünüyle düzeltilmiş bir dünyada yaşam koşullarını sağlamak için bir şeyler eksiktir doğrulukta.

Doğadan daha net bir doğruluk olmadığını görerek daha büyük güçlüklerle karşılaşırız. Her insan doğal olarak Yaratanın dünyasında tek hâkimin kendisi olduğunu düşünür. Kendisi dışındaki herkesin ve her şeyin yaratılmasının kendi hayatını kolaylaştırmak üzere olduğuna inanır. Böylece, karşılık olarak bir şey verme gereğini hissetmez.

Açıkça söylemek gerekirse, herkesin doğasında kendi dışındaki her varlığın yaşamını kendi yararına kullanma vardır. Kişinin komşusuna verdiği şey aslında mecburen, zorunluluktan verilmiştir. Ama bu durumda bile arkadaşından daha avantajlı çıkar. Bir başka kişinin de ona istediğini vermesi için basitçe kurnazlığa başvurur.

Bu demektir ki her bir dalın kökle derinden bir bağlantısı vardır. İnsanın ruhu tek Yaratanın ruhundan çıktığı için, insan dünyadaki tüm canlıların kendisine hizmet için yaratıldığını ve kendi hükümranlığında olduğunu sanır. Bu kural tartışılmaz ve bozulamaz.

İnsanlar yaptıkları seçimlere göre birbirlerinden ayrılırlar. Birisi yaratılışı en temel zevkleri elde etmek için, diğeri iktidar için, bir diğeri de onur ve saygı için kullanır. Dahası, eğer çok pahalıya mal olmasaydı herkes dünyayı tamamen, her şeyiyle elde etmek için çabalardı: zenginlik, iktidar ve şöhret. Ama insan yetenekleri ölçüsünde seçimini yapmak zorunda bırakılmıştır.

Bu yasa “teklik” yasası olarak adlandırılabilir, insanın kalbinde iz bırakmıştır. Hiç kimse onun etkisinden kaçamaz, herkes payına düşeni alır, büyüklüğüne göre büyük bir pay, küçüklüğüne göre küçük bir pay alır. Bu yasa ne iyi ne de kötüdür, doğanın gerçekliğini yansıtır ve yaratılışın her bir parçası gibi varlığını devam ettirme hakkına sahiptir. Tüm insan ırkını ortadan kaldırmak üzere hiçbir şans olmadığından, bu yasayı da ortadan kaldırmak veya hafifletmek olanağı yoktur. Bu doğrultuda bu yasanın “mutlak doğruluğu” temsil ettiğini söyleyerek kendi bilincimize karşı hareket edemeyiz.

Nasıl olur da dünya üzerinde bir insanı, o insan tüm toplum üzerinde hak sahibi olmak isterken toplumun her bir üyesiyle eşitliğe ikna edebiliriz? Anlatılan bütün şeylerden sonra insanın doğasında bununla çelişen başka bir şey daha olduğu söylenemez.

Artık, nihai düzeltmede olduğu gibi herkesin anlaşması için doğruluk kategorisine dayanarak bir insanı veya bir toplumu mutlu kılabilmenin imkansız olduğunu görmüş bulunuyoruz.

Doğruluk Kategorisi Yerine Diğer Kategorilerin Kullanılması

Şimdi de geriye kalan diğer üç kategori üzerinde çalışalım: merhamet, adalet ve barış. İlk bakışta bunlar, dünyamızda oldukça kırılgan ve nazik olan doğruluğu desteklemek için yaratılmamışlardı. Bu noktadan hareketle tarih toplum yaşantısını örgütleme yönündeki ağır ve adım adım devinimine başladı.

Teorik olarak toplumun bütün üyeleri doğruluk kategorisini koşulsuz olarak kabullendiler, ama uygulamada anlaşmayı çiğneyerek ona karşı çıktılar. Doğruluk gelmiş geçmiş en hilekâr insanlar tarafından kullanılageldi. Zayıf ve dürüst insanlar arasında olmadığından onlar tarafından çok küçük bir ölçekte kullanıldı.

Kendilerine doğruluk kategorisine göre davranamadıklarından zayıf ve sömürülenlerin sayısı giderek arttı. Bu da merhamet ve adalet gibi başka kategorilerin doğmasına yol açtı, çünkü toplumun kuruluşu toplumun varlığına zarar vermemek için güçlü ve şanslı olanların zayıf ve güçsüz olanları korumalarını gerektirmektedir.

Bu koşullarda zayıf ve sefil olanların sayısı öylesine artmaktadır ki, bu sayı bir süre sonra güçlü olanları tehdit edecek ve toplumda ihtilaflarla ayrılıklara yol açacak düzeye erişmektedir. Bu da bir kategori olarak barışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yani tüm bu kategoriler; merhamet, adalet ve barış kategorileri, doğruluğun zayıflığından ötürü ortaya çıkmışlardır.

Bu, toplumun gruplara ayrılması sonucunu doğurmuştur. Bazıları merhamet ve acıma kategorisini benimsemiştir; örneğin mallarının bir bölümünü daha şanssız olanlara bağışlamak gibi. Diğerleri doğruluk kategorisini benimseyerek “benim olan benimdir, seninki de senin” anlayışına göre hareket etmişlerdir.

Açıkçası, bu iki kategori “inşa edenler” ve “yıkanlar” olarak adlandırılabilir. İnşa edenler toplumun yararını düşünen ve bu nedenle de sahip olduklarını diğerleriyle paylaşmaya hazır olanlardır. Yıkmaya eğilimli olanlar doğruluk kategorisini, yani “benim olan benimdir seninki de senin” anlayışını daha uygun bulmaktadırlar. Başkalarının iyiliği için bir şeyleri feda etmeye hazır olmayanlar, toplumun varlığı tehlikede bile olsa mallarını korumayı tercih etmektedirler.

Barış İçin Umut
Dış etkenler bu iki grubu karşı karşıya ve yıkım noktasına getirdiğinde, toplumda “barış inşa edenler” ortaya çıkmıştır. Bu insanlar saldırı kuvvetini reddetmişler; toplumda bir arada yaşamak için yeni ve adil (kendi bakış açılarına göre adil) ilkeler geliştirmişlerdir.

Ama kural olarak “barış inşa edenler”, “yıkıcılar” kategorisindendir; yani doğruluk taraftarlarından ve “seninki senindir benimki de benim” diyenlerin arasından çıkmaktadır. Güçlü ve girişimci olarak toplum onların fikirlerine uymadığında hem kendi hem de toplumun yaşamını feda edebileceklerindendir.

Aynı zamanda kendi hayatlarının ve toplumun hayatının her şeyin üzerinde olduğuna inanan merhametli ve vicdanlı “inşa edenler” toplumun kendi düşüncelerine uyması için kendilerini veya toplumu tehlikeye atmaya hazır değillerdir. Bu insanlar genellikle korkak veya yumuşak kalpli olarak adlandırılan toplumun zayıf kanadıdır. Risk almayı göze alabilenler ancak kazandıkları için, “barış inşa edenler”in de “yıkıcılar” arasından çıkması son derece normaldir.

Tüm bu söylenilenlerle birlikte açıktır ki jenerasyonumuzun sabırsızca arzuladığı barış umudu hem “özne” hem de “nesne” bakımından değersizdir.

“Barış inşa edenler” her jenerasyonda “özne” durumundadırlar; örneğin tüm dünyada barışı sağlayacağına inanılan insanlar. Bu nedenle de insanların “yıkıcı” özellikte olanları arasından çıkarlar ve doğruluk ilkesine bağlıdırlar; örneğin “benimki benimdir seninki de senin” ilkesine göre yaşarlar.

Doğal olarak bu insanlar hem kendi hem de toplumun yaşamını tehlikeye atabildikleri için avantajlı olarak düşüncelerini savunurlar. Bu da “inşa edenler”e, barışı sağlamak için korkaklıklarıyla, sahip olduklarını diğerleri ile paylaşmaya hazır olan merhamet ve vicdan bağlılarına karşı her zaman üstünlük kurmaları için onları güçlü kılar.

Sonuçta merhamet ihtiyacı da barışı inşa etmek de birbirleriyle özdeş olduklarından dünyayı yok etmek de barış istekleri de aynı şeylerdir. Bu nedenle yıkıcıların barışı sağlayacaklarını umut etmek imkânsızdır.

Barış umudu “nesne” bakımından (örneğin barışın var olması için gerekli koşullar bakımından) tamamen temelsizdir; çünkü bir bireyin mutlu bir yaşam sürmesi için gerekli olan yaşam koşulları doğruluk kategorisine göre henüz sağlanamamıştır. Sayıca çok fazla olmasa da toplumun önemli bir parçası, içinde yaşadığı koşullardan memnuniyetsizdir ve memnuniyetsiz olmaya da devam edecektir. Kuşaktan kuşağa birbirlerinin yerini alan barış inşa edenler için bu insanlar sürekli olarak hazır bir destek olacaklardır.

Belirli Bir Toplum İçin Ve Tüm Dünya İçin Barış
Tek bir toplumda barış ve tüm dünyada barış kavramlarını birbiriyle birlikte kullandığım için kafanız karışmamalı; çünkü tüm dünyanın tek bir toplum, tek bir birey gibi düşünülebileceği seviyesine geldik. Diğer bir deyişle, her bir birey tüm insanlık tarafından destek gördüğünden ötürü tüm dünyayı düşünmek ve ona hizmet etmek mecburiyetinde kalır.

Büyük bir makinedeki küçük bir dişli ile bireyi karşılaştırarak onun topluma bağımlılığını ortaya koyduk. Böylece bireysel ve toplumsal refahın aynı şeyler olduğu da açığa çıktı. Bunun tersi de doğrudur. İnsan kendi iyiliğine dair ne kadar özenliyse toplumun refahını da aynı ölçüde düşünür.

Bu toplumun kapsamı nedir? Bu, bir insanın ihtiyacını karşıladığı alan içinde belirlenir. Örneğin eski çağlarda bu, bir ailenin yaşam alanı kadardı. Yani bir insan ona ailesinin verdiğinden başka bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Sonuç olarak da ailesinden başka kimseye bağımlı olmak zorunda kalmıyordu.

Daha sonraki dönemlerde, aileler küçük köylerde ve kasabalarda yerleşmeye başladığında, kişi köylüsüne veya kasabalısına bağımlı olmaya başladı. Daha sonra, köyler ve kasabalar büyüyerek ülkelere dönüştüğünde kişi kendi ülkesinden olan yurttaşlara bağımlı olmaya başladı.

Bizim kuşağımızda da her bir bireyin refahı pratikte tüm dünya ülkelerince karşılanmaktadır. Büyük bir mekanizmadaki küçük bir dişliye benzer şekilde, birey de tüm dünyaya bağımlıdır.

Bununla bağlantılı olarak, tek bir ülkede barışçıl şekilde mutlu ve iyi bir düzen oluşturabilme olasılığı düşünülemez. Bu düzeni dünyanın tüm ülkelerinde oluşturmadan söz konusu ülkede de oluşturmanın veya da bir ülkede barışı sağlamadan tüm dünyada sağlamanın yolu yoktur. Bugün ülkeler birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak yoluyla zaten bağlı konuma geldiklerinden tek bir ülkede veya ulusta barışı sağlamanın yollarından konuşmanın anlamı yoktur. Bu yollar tüm dünya için düşünülmelidir.

Bu gerçek bilinmesine ve yeterli düzeyde de hissedilmesine rağmen, insanlık yine de tam olarak bu gerçeğin farkına varamamıştır. Peki, ama neden? Çünkü doğadaki gelişime göre eylem bir fenomenin anlaşılmasından önce gelmektedir. Sadece gerçeklik her şeyi kanıtlayacak ve insanlığı öne itekleyecektir.

Gerçekte Dört Kategori Birbiriyle Çelişkiye Düşmektedir
Bahsedilen dört kategori: merhamet, doğruluk, adalet ve barış bizim doğamızda var olan şeylerdir. Bunlar, gelişimin veya eğitimin sonucu olarak insanın doğasında diğer insanlardan gizlenen ve birbirleriyle çatışan şeylerdir. Merhamet kavramını, örneğin, soyut şekilde ele alırsak onun gücünün diğer tüm kategorileri alt edeceğini görürüz. Merhamet kavramının kurallarına göre diğer kategorilerin dünyada yeri yoktur.

Merhamet, “benimki senindir seninki de senindir” durumunu meydana getirir. Tüm insanlığın bu ilkeye göre hareket etmesi sağlanırsa adalet ve barışın değeri ve mükemmelliği yok olacaktır. Karşılığında hiçbir şey almadan herkes sahip olduklarını arkadaşına vermeye hazır olduğunda insanı yoldaşına yalan söylemeye iten unsur da ortadan kalkacaktır.

Doğruluk ve yalancılık birbiriyle bağlı şeyler olduğundan, prensip olarak doğruluk kategorisi hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Dünyada “yalan” diye bir kavram olmadığı müddetçe “doğruluk” kavramı da olmayacaktır; doğruluğu desteklemek üzere ortaya çıkmış olan diğer kategorilerin de yok olacağını söylemeye gerek bile yoktur.

“Benim olan benimdir seninki de senin” olarak ifade edilen doğruluk ilkesi merhamet ile çelişir ve ona müsamaha gösteremez. Doğruluk ilkesine göre “çalış ve komşuna yardım et” ilkesi yanlıştır; çünkü bu anlayış insanı yozlaşmaya iter, ona başkalarını kullanmayı öğretir. Bunun yanı sıra doğruluk insanlara kötü zamanları atlatmak için bir şeyler biriktirmelerini ve böylelikle başkalarına yük olmamayı gösterir.

Dahası, mülk söz konusu olduğunda akrabaları veya mirasçıları olmayan insan yoktur, doğruluk ilkesine göre bu kişilerin diğerlerine göre önceliği vardır. Sahip olduklarını diğer insanlar arasında dağıtan kimse akrabaları veya mirasçıları karşısında, onlara hiçbir şey bırakmazsa bir yalancı konumuna düşer.

Barış ve adalet de, barışın bir toplumda gerçekleştirilebilmesi için birçok şartın yerine getirilmesi gerektiğinden birbirleriyle çatışırlar. Zeki ve çalışkan olanlar giderek zenginleşecek, tembel ve işe yaramaz olanlar ise fakir olarak kalacaklardır. Böylece çok çalışan kişi hem kendisine düşen payı hem de tembel olanınkini alacaktır. Tembel kişiler dilenmeye başlayana kadar çok iyi bir hayat sürdürecektir.

Tembel, işe yaramayan insanı acımasızca cezalandırmak adil değildir; çünkü o hiç kimseden bir şey çalmamıştır. Takdiri ilahi onlara çeviklik ve zekâ bahşetmemişse suçları nedir ki? Cezalandırılarak ölümden bile daha kötü olan bir işkenceye mi maruz bırakılmalılar? Adalet barışın tesisi için bir koşulsa, barış adaletle çelişir.

Mülklerin bölüşümü düzeni adalete tekabül ediyorsa da barışla adalet kavramları çelişmektedir (örneğin: aylak ve işe yaramayan insanlara ciddi miktarlarda pay veriliyorsa). Güçlü olanı zorlayan ve aylak olanın onu sömürmesine yol açan bu uygulama terk edilmedikçe güçlü ve çalışkan olanlar rahat olmayacaklardır. Bu nedenle de toplumda barış imkânı yoktur; çünkü adalet barışa tezattır.

Bencilliğin (Egoizmin) Eşsiz Özelliği Yıkıma Ve Yok Olmaya Yol Açar
Özelliklerimizin nasıl da sadece insan toplulukları arasında değil, kendi içimizde bile çatıştığını açıkça görebilmekteyiz. Dört kategori de insanlar üzerinde eş zamanlı olarak ve sırayla hâkimiyet kurmakta; öylesine bir savaşa yol açmaktadır ki ortak akıl aralarında bir uyum ve uzlaşma sağlayamamaktadır.

Doğrusunu söylemek gerekirse bu kargaşanın nedeni her birimizde var olan “eşsizlik” duygusudur. Bu mükemmel ve yüce duygunun bize Yaratan tarafından verildiğini bilmemize rağmen (ki bütün yaratılışın kaynağı odur), bu eşsizlik duygusu bizim dar düşünceli bencilliğimizle bir araya geldiğinde yıkıcı bir hal almaktadır. Geçmişte de gelecekte de, dünyadaki tüm talihsizliklerin kaynağı budur. Dünyada bu özellikten kurtulabilmiş bir insan olmadığı söylenir. İnsanlar arasındaki tüm farklılıklar sadece bu özelliğin kullanılış biçiminden kaynaklanmaktadır: iktidar, güç veya saygı kazanmak için vb.

Yine de tüm yaratılanlar arasında ortak olan bir şey vardır: her türlü yolu deneyerek ve başkasının sahip olduğuna zarar vererek kendi mutluluğunu inşa ettiği gerçeğini göz ardı ederek her birimiz başkalarını kendi menfaatimiz için kullanma arzusu içindeyiz.

İnsanların eylemlerini nasıl meşru kıldıkları konu dışıdır; çünkü “eylemlerimizi arzularımız yönlendirir”, bunun aksi ise geçerli değildir. Dahası, insan ne kadar büyükse ve önemliyse “eşsizlik” duygusu da o denli derindir.

Eşsiz Niteliği Bir İnsanın Veya Toplumun Gelişimi İçin Bir Araç Olarak Kullanma
Şimdi de, dünyada barış hâkim olduğunda tüm insanlık tarafından benimsenecek olan şartlar nelerdir, bireye ve topluma mutlu bir yaşam sağlayacak olan bu şartların sahip olduğu pozitif güç nedir anlamaya çalışalım. Bunun yanı sıra, insanlığın tüm özel şartları için bu istekliliğinin gerçekte ne olduğunu bulmaya çalışacağız.

Ama önce her insanın kalbine yeri olan, herkesi ve her şeyi kendi iyiliği için kullanma arzusunu ateşleyen “eşsizlik” duygusuna dönelim. Bu duygunun kökeni “Yaratan”ın eşsizliğinden kaynaklanır ve onun vasıtasıyla kendi parçası olan “insanlara” geçer. Burada cevap verilmesi gereken bir soru akla gelir: neden bu duygu dünyadaki tüm kötülüğün ve yıkımın kaynağı olacak şekilde çirkin bir halde bizlerde açığa çıkmaktadır? Bu soruyu yanıtsız bırakmak imkânsızdır.

Gerçek şu ki eşsizliğin iki yönü vardır. Eğer eşsizliğe Yaratanın durduğu yerden bakarsak, örneğin onun eşsizliğine bir benzerlik meydana getirme faaliyeti gibi, bu sadece “verme”ye denk gelir, çünkü bu tür bir şey ona ait olan bir özelliktir. Yaratanda “alma”ya ilişkin bir özellik yoktur, çünkü onun sahip olmadığı hiçbir şey yoktur, yarattıklarından bir şey almaya ihtiyacı yoktur. Bu nedenle de Yaratanın özelliğinin bizdeki bir uzantısı olan “eşsizlik” bir armağan olarak, fedakârlık olarak görülmelidir, bencilce bir alma olarak değil.

Diğer taraftan, bizdeki bu özelliğin uygulamaya geçirilişine baktığımızda, bunun tam tersi bir yönde harekete geçtiğini görürüz. Bu özellik, bizde kendisini bencil bir alma olarak açığa çıkartır, örneğin dünyadaki en zengin, en güçlü, eşsiz insan olmak gibi. Bu iki zıt yön birbirinden tamamen ayrıdır, batı ve doğu kadar birbirinden uzaktır.

Bu da bize yukarıdaki sorunun- Yaratandan, dünyadaki hayatın kaynağından çıkan eşsizlik özelliği bizlerde yıkımın kaynağı olarak ortaya çıkar?- cevabını verir. Bu özellik bizlerde yıkımın kaynağıdır, çünkü bizler bu özelliği zıt bir yönde, yanlış olarak, sadece kendi çıkarımız için kullanırız.

Eşsizlik bizlerde fedakârlık veya bir armağan olarak kendisini göstermeyecektir. Aramızda, eşsizliği bir armağan olarak kullanan insanlar olduğunu inkâr edemeyiz. Bu insanlar kendi başarılarını ve sahip olduklarını başkalarıyla paylaşırlar.

Ama bunlar madalyonun iki farklı yönüdür. Yaratışlın mükemmelliğe doğru giden ilerleyişinin sadece iki yönünü gösterirler. Doğumdan önceki aşamadan başlayarak yaratılış birbirini takip ederek ilerlemenin basamaklarını izler, ta ki takdiri ilahinin en üst noktasına erişinceye kadar, başlangıçta takdir edilmiş olan sonsuz mükemmelliğe erişinceye kadar.

Bu iki farklı yönün ilerleme düzeni, basamakları şunlardır: ilk basamak evrimin ilk noktasıdır, bu var olmamaya çok yakın olan en alt düzeydir. Eşsizlik özelliğinin ikinci yönüne tekabül eder. İkinci basamak yaratılışın ulaşacağı, orada kalacağı ve sonsuza dek istirahat edeceği, daha önceden belirlenmiş olan bir düzeydir. Bu da eşsizliğin birinci yönüne tekabül eder.

Ama bizim şu anda içinde bulunduğumuz dönem çok gelişmiş bir evredir ve birçok basamağın üzerindedir. Eşsizliğin ikinci yönüne tekabül eden en alt noktanın epey üzerinde ve eşsizliğin birinci yönüne tekabül eden noktaya yaklaşmıştır. Dolayısıyla aramızda eşsizlik özelliğini bir armağan olarak kullanan insanlar vardır. Bu insanların sayısı azdır, çünkü henüz ilerlememizin ortasındayız.

Merdivenin en üst basamağına ulaştığımızda hepimiz eşsizlik özelliğini bir armağan olarak kullanacağız, hiç kimse bu özelliği kendi bencil çıkarları için kullanmayı düşünmeyecek.

Yukarıda söylenilenlerle uyumlu olarak, tüm dünyada barış egemen olduğunda ve insanlık birinci yönün en üst basamağına ulaştığında, en son jenerasyonun yaşam koşullarına bakabiliriz. Eşsizlik özelliği bir armağan olarak kullanılacaktır.

Var oluşun bu formunu bizim için bir standart olacak şekilde ve yaşam kargaşasının ortasında bilincimizin içine işleyecek kadar kendimize örnek almalıyız.

Son Jenerasyonun Yaşam Koşulları

Başlangıç olarak, herkes toplumdaki barışın (yani devletteki barışın) dünya üzerindeki barışla doğrudan, mutlak bir bağımlılığının olduğunu özellikle anlamalı ve etrafındaki yakınlarına açıklamalıdır. Sosyal kurallar hepimizi tatmin etmedikçe ve devletin yönetiliş şeklinden mutsuzluk duyan bir azınlık olduğu müddetçe devlete meydan okunacak ve yönetim değişikliği talep edilecektir.

Azınlık rejime açıkça meydan okuyacak denli güçlü değilse, bir alternatif vardır, rejimi dolaylı yoldan ortadan kaldırmak. Örneğin, iki devlet provoke edilebilir ve savaşa zorlanabilir, çünkü çok doğaldır ki savaş döneminde çok daha fazla sayıda memnuniyetsiz insan olacaktır. Muhalif azınlık böylelikle belirleyici bir çoğunluk haline gelebilir, yönetimi yıkabilir ve kendi ihtiyaçlarına daha iyi hizmet edecek yeni bir yönetimi örgütleyebilir. Böylelikle bir insan için barış, devlet içindeki barışı doğrudan etkileyen bir unsur haline gelebilir.

Bunun da ötesinde, savaşı bir ticaret ve bir kariyer gelişimi için umut olarak gören toplumun geçmişten beri var olan bir parçasını ele alırsak (örneğin profesyonel askerler veya önemli siyasal güce sahip olan silah uzmanları) ve bunları mevcut yasalardan memnuniyetsiz olan azınlığa eklersek, savaş ve kan dökülmesini arzu eden emre amade ezici bir çoğunluğa ulaşırız.

Dünyadaki ve tek bir ülkedeki barış birbiriyle karşılıklı olarak bağlantılı olduğu için, mevcut statükoyla uyumlu olan zeki ve girişimci olan vatandaşlar bile toplumun yıkıcı unsurlarının yarattığı gerilimden dolayı kendi güvenliklerinden ciddi kaygı duyarlar. Barışın değerini anlayabilirlerse son jenerasyonun yaşam modelini memnuniyetle kabul ederler.

Kendi İçin Alırken Maruz Kalınan Acılara Karşı Keyif

Yukarıdaki anlayışa yakından bakacak olursak, zorluk, doğamızı kendimiz için almaktan armağan etmeye doğru dönüştürmekten kaynaklanmaktadır, çünkü bunlar birbiriyle çelişen şeylerdir.

İlk bakışta bu imkânsız gibi görünmektedir. Oysa ki, daha yakından bakacak olursak, bencilce almak ile armağan etmek arasındaki çelişme psikolojik olmaktan başka bir şey değildir, çünkü pratikte tüm eylemlerimiz kendimiz için almaktansa armağan etmek üzerinedir.

Bencilce almayı değişik şekillerde tanımlasak da, örneğin mülke sahip olmak veya göze, kalbe ve mideye güzel gelen her şeye sahip olmak gibi, tüm bunlar tek bir kelimeyle ifade edilebilir: “keyif”. Bencilce almanın özü esasında keyif almaktır.

Şimdi şunu düşünün: bir insan 70 yıllık ömrü boyunca tadacağı tüm zevkleri ve de bunların yanı sıra çekeceği tüm acıları ve zorlukları görebilseydi büyük ihtimalle hiç dünyaya gelmemiş olmayı dilerdi.

Eğer durum böyleyse, insan yaşamının yüzde yirmisinden keyif alıyor ama yüzde sekseninde acı çekiyorsa, dünyada ne kazanır? Birini diğeriyle kıyaslarsak, insan yaşamının yüzde altmışında sadece ama sadece ıstırap çekmektedir.

Ama tüm bunlar kendi çıkarımız için yaptığımız hesaplamalardır. Daha genel bir açıdan bakacak olursak, insan varlığı ve zevkleri için aldığından daha fazlasını “vermektedir”. Almak yerine verme yönünde eğilimimizi değiştirdiğimizde bitmeyen acılar yerine daha fazla mutluluk yaşayabiliriz.
alıntı
 
Üst