Duâdaki Sır

faruki777

Kayıtlı Üye
Katılım
17 Mar 2010
Mesajlar
161
Tepkime puanı
13
Konum
Hatay
İş
Serbest
İnsanoğlu, hayatın inişli ve yokuşlu yollarında bazen hoşuna giden, bazen de kendisini içten içe yıpratan hâdiselerle karşılaşır. Neşe ve mutluluk veren olaylar, onu minnet ve şükrân hislerine yönelttiği gibi; üzüntü, musîbet ve keder ânları da yürek darlığı, gönül yorgunluğu ve yalnızlığa sevkeder.
Hayatın bu iki farklı yüzü, imanda derinleşme gayreti içinde olan kulların Allah'a yaklaşmalarını kolaylaştıran bir tesir icrâ eder. Zirâ kul, mutluluk zamanlarında şükrederek, musîbet ve sıkıntı demlerinde de sabır ve ilticâ ederek her iki imtihanı da yüzakıyla geçer. Burada bahsi geçen şükrün de, ilticânın da temeli duâdır.
Duâ, insanın kâinâtı yoktan var eden ve her şeye hükmü geçen Allah Teâlâ'ya sığınması, O'na yalvarıp yakarması; kendi acz, eksiklik ve zayıflığını itirafıdır. Gerçekten kâinâttaki bütün hâdiseler, Allahü Teâlâ'nın ezelî ilmiyle takdir buyurduğu bir kadere bağlıdır. Onun ilmi hâricinde iyi-kötü hiçbir şey gerçekleşmeyeceği gibi, hiçbir güç O'nun irâde ve kudretine rağmen insanlar ve olaylar üzerinde söz sahibi değildir. Dolayısıyla bu büyük kudret karşısında, insanoğlu sadece acz ve kulluk mevkiindedir.
Bu acz ve kulluğun en güzel ifâdesi, duâdır. Zira duâ; gurur, kibir, ucub ve benliği, Hakk'ın kapısında terk etmektir. İnsanın haddini bilmesi, âcizliğini ve fânîliğini itiraf etmesidir.
Duâ, dinin aslı, ibâdetin özü, ruhu ve esâsıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz:
“Duâ, ibâdettir. İbâdetin iliği ve özüdür. Allâh katında O'na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allâh, kendisinden bir şey istemeyeni (yani duâ etmekten gâfil kalanı) azâba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ü Kerîm'dir; bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü'minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.” (Rûdânî, Cem‘u'l-Fevâid , 9219-20-21-22-25) buyurmuşlardır.
Çünkü duâda acz, kulluk, tevâzû, teslimiyet, tevbe ve itiraf, boyun bükme, hamd, tesbih, tevhid, tekbir, taat ve benzeri bir çok bedenî ve kalbî ibâdet gizlidir. Duâ, kalbde Allâh'a açılan en yüce kapının anahtarıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak:
“Bana duâ ediniz, size icâbet edeyim” (Mü'min, 60) buyurmaktadır.
Bu sebeple insanlığa rahmet olarak gönderilen bütün peygamberler ve Hak dostları; darlıkta ve bollukta, ıztırapta ve sürûrda, gönüllerini dâimâ Hak Teâlâ'ya döndürmüşler ve bir niyâz iklîminde yaşamışlardır. Onların, bu duâ ve niyâza hasredilmiş ömürleri, duâ hâlinin bir mü'minin rûhunda nasıl sürekli kılınacağını gösterir.
Duâ tekrarlandıkça derûnî duyuşlar olarak mü'minin rûhuna nakşolur, şahsiyetine karışıp onun bir husûsiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki yüksek rûhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar. Zîrâ onların kalbleri, duâya sarılmanın ehemmiyetine dâir şu âyet-i kerîmedeki ilâhî îkâz ile ürperiş hâlindedir:
Cenâb-ı Hak buyurur:
“ (Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!? (Ne kıymetiniz var!?) …” (el-Furkan, 77)
İşte bir mü'minin rûhunda, Rabb'e duâ ile yakarış duygularının dâimî hâle gelmesi, Allâh ile kul arasında mânevî bir bağ tesis eder. Vecd hâlindeki duâlar ise, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşma anlarıdır.
Cenâb-ı Hakk'a ellerini açan bir insan, ya umduğu şeylere nâil olmak ya da korktuklarından emin olmak ister. İdrâk, ilim, güç ve kâbiliyetleri az olan insanın; ihtiyaç, istek, heves ve arzuları bitmek bilmediği için her şeye sahip bir hükümdarın kapısına müracaat etmesi zarûrîdir. Her kapıdan talepte bulunmanın bir şekli ve usûlü olduğu gibi Allah'a duâ ve niyâz etmenin de bir âdâbı vardır.
Duâ, sonsuz kudret sâhibi Cenâb-ı Hakk'a, acziyetimizi müdrik bir şekilde yönelerek, O'nun huzûrunda teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmemizdir. Bu sebeple duâlara acziyet ve kusûrunu îtiraf ile başlamak, merhamet-i ilâhiyyeyi dâvette ve dolayısıyla duânın makbûl olmasında, büyük bir tesiri hâizdir. Kendisini günahsız gören mütekebbirlerin duâları değil, günahlarının affı için gözlerinden gönüllerine durmadan yaş akıtan Hak âşıklarının duâları, kabûle şâyândır. Âyet-i kerîmede bu hâl şöyle tasvîr edilmektedir:
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (el-A'raf, 55)
Nitekim Âdem ile Havvâ -aleyhimesselâm- mâlum zelleyi işlediklerinde Cenâb-ı Hakk'a şöyle ilticâ etmişlerdi:
“ (Âdem ile zevcesi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” (el-A'raf, 23)
Bizlere duâyı yaşayışıyla en güzel tâlim eden, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. O, gözyaşları içinde ve ayakları şişinceye kadar kıldığı namazlara ilâveten yaptığı duâlarda sık sık:
“Allâh'ım! Sen'in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen'den yine Sana sığınırım! Sen'i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) diyerek, acziyet duyguları içinde Cenâb-ı Hakk'a ilticâ ederdi.
Duâları, “havf ve recâ” yâni korku ile ümid arasında yapmaya gayret etmelidir. İnsanın âhiretteki gerçek saâdet veya felâketi ancak iman veya küfür sebebiyledir. Bunların her ikisi ise ilâhî takdire dayandığı ve kaderin meçhul bulunduğu sebeple peygamberler dışında hiçbir insan garantide değildir. İnsanlar, sanki hem cennete girecek son kişinin kendisi olacağına dâir ümidvâr olmalı ve hem de cehennemde yer alacak tek kişinin kendisi olacağına dair korkuyla dolu olmalıdır. Bu denge aşırı ümid ve aşırı korku arasında îtidal ve denge yoludur.
Kalb, duânın yüklendiği mânâya bîgâne kalmamalıdır. Eğer bir günahın itirafı ve tevbe talebi mevkiinde bulunulmakta ise duâ, o günahın bir daha işlenmemesi husûsunda derin bir pişmanlık, kat'î bir azim ve kararlılıkla îfâ edilmelidir.
Diğer taraftan bir din kardeşinin gıyâbında yapılan duâ da sür'atle müstecâb olur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bir mü'minin diğer bir mü'mine gıyâbında duâsından daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50) buyurmuştur.
İnsanlar duâsı kabûl olacağı zannını taşıdıkları kimselerden duâ talebinde bulunurlar. Hâlbuki duânın kabûlünü temin eden asıl sebep, ihlâs ve samîmiyettir. Bu demektir ki, bir günahkârın dahî, mü'min kardeşi için samîmî olarak yürekten yapacağı bir duâ, Allâh katındaki mevkii kendisinden üstün zannedilen bir başkasının gönülsüz duâsından daha hayırlıdır.
Gerçekten bir kul, günahkâr bile olsa, bu hâl, Cenâb-ı Hakk'ın onu terk etmiş olduğu mânâsına gelmez. Bu sebeple bir şahsın, kimin duâsı hürmetine murâdına nâil olacağını, yalnız Allâh Teâlâ bilir. Bu sebeple, kim olursa olsun, Allâh'ın kullarından birinin kalbî duâlarını alabilmekteki değeri idrâk etmelidir.
Mazlûm ve gönlü kırık mü'minlerin duâsını almak kadar, onların bed-duâlarından sakınmak da aynı derecede mühim bir meseledir.
Diğer taraftan, duâlarda ilâhî lutfa kavuşacak olan, sâdece gür sesle ve bir gösteri edâsıyla söylenen, riyâkârâne, yapmacık ve kalbin iştirâk etmediği parlak cümleler, ciğerleri yırtarcasına bağırmalar ve nümâyişli sözler değildir. Şâyet böyle olsaydı, bütün bunların zıddına, iniltiden öteye sesi çıkmayan, kanlı gözyaşlarıyla yakaran muzdarip bir hastanın veya kendi nefesine sözü geçmeyecek derecede zayıf gariplerin duâlarının kabul görmemesi gerekirdi. Böyle bir düşünceye sâhip olmaksa, gönül ve hâl lisânını bilmemek ve âdeta yok farzetmektir.
Duâda bu gibi taşkınlıklarda bulunmak, aslında duânın özünü, rûhâniyetini ve kudsiyetini zaafa uğratır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, böyle duâ edenler hakkında:
“Bir zümre gelip, duâlarda haddi aşacaklardır…” (Ebû Dâvud, Vitr, 23) buyurarak bu hâle düşmekten îkâz etmişlerdir.
Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Siz bir sağıra duâ etmiyorsunuz. İşitici ve size pek yakın bir Allâh'a niyâz ediyorsunuz.” (Buhârî, Cihad, 131)
Cenâb-ı Hak, samîmî duâları reddetmez. Lâkin bütün samîmiyetine rağmen, kader-i mutlak'a muvâfık düşmeyen bâzı taleplere de icâbet buyurmaz. Bundan dolayı duâ eden, hiçbir zaman bezginlik göstermeyip duâya devâm etmelidir. Zîrâ böyle hâllerde duânın karşılığı âhiret âlemine havâle edilmiş demektir.
Bir insan, zihnine takılan ve kendince makbul olan bir şeyi istediği zaman onun kendi hakkında hayır veya şer olacağı husûsunda yanılabilir. Çünkü bazı oluşlarda zâhir lütuf, bâtın kahır olabilir. Meselâ Allah'ın bir insana evlad vermesi ilk nazarda büyük bir lütuftur. Para ve mevkî de böyledir. Lâkin bunların neticede bir kahra veya bir şerre dönüşmesi her zaman muhtemeldir. Evladdan fitne; para, mal ve mevkîden azgınlık tecellî edebilir.
O hâlde bir kula, duâ ederken yakışan şey, işlerin hayırlısını Cenâb-ı Hakk'a havâle etmektir. Böylece kul, Cenâb-ı Hak'tan bir şey talep edeceğinde:
“-Ya Rabbi, hakkımda hayırlısını lutfet!” diye duâ etmeli ve Cenâb-ı Hak'tan her şeyin hayırlısını istemelidir. Aksi takdirde bazen farkında olmadan kendi felâketini talep etmek mevkiinde bulunabilir.
Diğer taraftan insanların söz, gönül ve zihinden geçirdiği his ve düşünceler de birer temennî ve binnetice duâ makamındadır. Cenâb-ı Hak, kulunun kalbine saniyede yetmiş defa nazar eder. Çokluktan kinâye söylenmiş olan bu söz, kalblerin dâimî bir sûrette ilâhî bir murâkabeye mevzû olduğu, yani bugünkü tâbirle âdeta ilâhî bir kamera karşısında bulunduğu gerçeğini ifâde eder. Kalbden geçen hisler birer temennî ve duâ olduğu ve onların kontrolünün pek güç bulunduğu için bize iyimser olmak, iyi zan ve temennîler içinde bulunmak emredilmiştir. Bir hadîs-i şerîfte ise:
“Menfî bir temennide bulunmayınız; zira kaderi kilitlersiniz!..” buyurulmuştur.
Bu hadîs-i şerîflerin ışığı altında, duânın kavlî veya hissî ve fikrî olanlarında menfîliklerden sakınmak lâzım geldiği anlaşılır. Meselâ bir kadın, çocuğuna canı sıkıldığı bir anda –belki de onu yürekten kastetmeyerek-:
“-Allah canımı alsa da kurtulsam!” diyebilir. Bu söz, îcabında duâ veya Allah'tan temennî makamına kâim olup aynen gerçekleşebilir.
Nitekim bir kimse, Abdullah b. el-Mübârek hazretlerine gelerek ona çocuğunun âsîliğinden şikâyet etti. Abdullah b. el-Mübârek:
“-Çocuğuna bedduâ ettin mi?” diye sordu. O zât:
“-Evet.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullah b. el-Mübârek:
“Çocuğun bozulmasına sen sebep olmuşsun!” dedi.
Peygamber Efendimiz, bir sefer esnasında ensardan bir kadının yüksek sesle devesine lânet ettiğini gördü. Ashâbına:
“-Devenin üstündeki eşyaları alın ve deveyi salıverin. Zira o artık lânetlenmiştir.” Buyurdu. Hadîsi rivâyet eden İmran ibni Husayn -radıyallâhu anh- diyor ki:
“-O deveyi kendi hâlinde insanlar arasında dolaşırken görürdüm de kimse ona dokunmazdı.” (Müslim, Birr, 80; Ebu Davud, Cihad, 55)
Duânın bu ve benzeri âdâbına riâyet edilmediği zamanlarda insan, istediğine ulaşamadığı gibi bazen daha kötü neticelerle de karşılaşabilmektedir. Nitekim Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri Mesnevî'sinde, Peygamber Efendimiz ile ashâb-ı kirâmdan yanlış duâ eden birisi arasında geçen şu hâdiseyi gönül gözüyle şöyle şerh etmektedir.
“Ashâb-ı kirâmdan bir zât ağır bir şekilde hastalanmıştı. Zayıflamış, neredeyse küçücük bir kuş yavrusuna dönmüştü.
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- onu yoklamak, hâlini hatırını sormak için yanına gitti. Zaten azîz Peygamberimiz'in huyu tamamıyle lütuf ve keremden ibâretti.
Peygamber Efendimiz o hastayı görünce, halini hatırını sordu; o hak­îkî dosta iltifatlarda bulundu.
Hasta sahabî, Hazret-i Peygamber'i görünce dirildi. Sanki Allah kendisini o anda ya­ratmış gibi oldu ve sevincinden:
«-Hastalık bana bu bahtı verdi de, peygamberlerin sultanı sabahleyin beni yoklamaya geldi. Bu ne mutlu hastalık; ne uğurlu ağrı, sızı ve hararet; ne mutlu dert… İşte Cenab-ı Hakk bana bu ihtiyarlığımda lutfetti, kerem buyurdu da, böyle bir hastalık verdi, beni böyle bir derde düşürdü... Her gece yarısı mecbûr kalarak kalkayım diye, bana sırt ağrısı verdi. Bütün gece manda gibi uyumayayım diye lutfundan, kereminden ba­na dertler bağışladı, kederler ihsan etti. Benim hasta oluşumdan, bu kırık dökük halde bulunuşumdan, feryad edişimden Rabbimin merhameti coştu da, acılar ızdıraplar cehennemim, beni korkutmadan susturdu.» dedi.
Peygamber Efendimiz hastanın hâlini hatırını sordu. Sonra ona dedi ki:
“-Acaba sen münasebetsiz, yersiz bir duâ mı ettin? Bilmeyerek zehirli bir şey mi yedin? Hele bir düşün bakalım; ne çeşit duâ ettin? Nefsin hîlesine uyup nasıl coştun, köpürdün? Allah'tan neler istedin?”
Hasta;
“-Hiç hatırımda değil, ama himmet buyur da şimdi hatırlayayım!..” dedi.
Cenâb-ı Mustafa'nın -sallallâhu aleyhi ve sellem- nûr veren huzûru bereketiyle, hastanın etmiş olduğu duâ hatırına geldi. Her tarafı aydınlatan Peygamber'in himmeti, ona hatırlayamadığını ha­tırlattı.
“-Ya Resûlallâh! Cenâb-ı Hakk'a saygısızca yaptığım duâ, şimdi hatırıma geldi. Bir çok günaha girmiştim; günah dalgaları arasında yüzüyordum. Suçlulara, günah işleyenlere çok çetin, çok şiddetli azap edileceğini duyuyordum. Sen bizi pek ürkütüyordun, pek korkutuyordun. Çırpınıp duruyordum. Çarem yoktu. Âhiret bağı çok sağlamdı. Ümit ve tesellî kilidi de açılmıyordu. Âhiretin zahmetine, azâbına had ve sınır yoktur, anlatılamaz. Ona karşılık bu dünyada çekilen zahmetler, meşakkatler önemsizdir. Ne mutlu o kişiye ki, nefis ile savaşır, bedenine zahmetler verir, sıkıntı­lar çektirir de, onu terbiye etmeye uğraşır, adalet gösterir. Âhiretin zahmetinden kurtulmak için, bu dünyada kendine zahmet vermeyi, eziyet çektirmeyi kulluk, ibadet yerine koyar. Ben de; «Ya Rabbî!» diyordum. «Âhirette çektireceğin azabı, bu dünyada hemen çektir! Çektir de, âhirette mutlu olayım!» Bu istekle ilâhî kapının halkasını çalıp duruyordum. Derken bende böyle bir hastalık belirdi. Hastalığın verdiği zahmetten canımın rahatı kalmadı. Zikrimden, evradımdan geri kaldım. Hatta kendimi, iyiliğimi ve kötülüğümü bilemez bir hale geldim. Ey mübarek ve azîz Peygamber! Senin o nûrlu yüzünü görmeseydim, bu hayat bağından tamamıyla kurtulacak, yani ölüp gidecektim. Teşrif buyurun da, bana duâ ve tesellide bulunun.”
Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
“-Sakın bu duâyı bir daha etme; kendi hayat ağacını kökünden söküp atma! Ey zayıf ve zavallı karınca! Senin ne gücün var ki, tutup da dağ gibi olan, kaldıramayacağın bir hastalığın yükünü sana yüklesin?"
Hasta sahabî:
“-Tevbe ettim, ey benim merhamet sahibi Yüce Rabbim, bir daha kendimi zorlu, güçlü görüp böyle bir laf etmem. Kendimizi de, rezil-rüsvay oluşumuzu da gördün ey Rabbim! Bizi bundan fazla imtihan etme.. Ey bütün kulları tarafından yardımı dilenen kerem sahibi, ihsan sahibi Allah! Bizi çok sıkıştırma, ağır imtihanlara çekme! Henüz gizli olan günahlarımızı, kötülüklerimizi gizle, meydana çı­karma. Allah'ım! Sen güzellikte, kemalde, olgunlukta sonsuzsun; biz de eğri­likte, sapıklıkta sonsuz bir haldeyiz. Ey kerem sahibi! Şu bir avuç kötü kişinin eğriliklerini, günahlarını sonsuz lutfunla, ihsanınla ört! Et ve yağdan ibaret olan bedene merhamet bağışlayan, acıma duygusu veren Allah! Yarattığın varlıklarda sanatını, yaratma gücünü, kuvvetini gösterdin; lutuf ve merhametini de göster! Ey büyüklerin en büyüğü olan Allah! Ettiğimiz bu dua senin gadabını arttırıyorsa, edilecek duayı yine sen bize ilham eyle!”
Sonunda Cenâb-ı Peygamber o hastaya buyurdu ki:
“-Sübhanallah. Allah'ın vereceği azaba dayanamazsın. Sen:

«Yâ Rabbî! Bize ahirette de, dünyada da güzellik ve iyilik ver; bizleri ateş azabından koru!» (Bakara, 201) diye duâ etsen olmaz mıydı?»” (Müslim)

Yâ Rabbî! Biz, Habîb-i Edîbin Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in senden istediği her şeyi istiyor ve sana sığındığı herşeyden biz de sana sığınıyoruz. Ya Rabbi!.. Bizi seçtiğin, sevdiğin kendilerine maddî-mânevî ihsanlarda bulunduğun nîmet ehlinin yolundan ayırma!.. Bizi, sadece seni bilen, sana el açan, senden yardım bekleyen hakîkî mümin kullarından eyle!.. Bizim hayırlı duâlarımızı merhamet ve lütfunla kabul buyur!.. Bize dünyada da iyilik ve güzellik ihsân eyle, âhirette de!.. Bizi cehennem azabından koru!..

Âmîn!..
 
Üst