Mevlana:Astrolojik bir portre

logii

Kayıtlı Üye
Katılım
17 May 2009
Mesajlar
1,044
Tepkime puanı
267
Not: Bu sunum ilk kez Melbourne, Avustralya'da 16. FAA Konferansında sunuldu. İngilizce metinden Türkçe'ye çeviridir. Mevlana'ya ait rektifikasyon çalışması yazara aittir ve referans gösterilmeden kullanılamaz.

YUNAN STOACILARINDAN RUMİ'YE: ASTROLOJİK AÇIDAN RUMİ
Yazan: R. Hakan Kırkoğlu D.F. Astrol.S.

Stoa düşüncesine özel ilgim, birkaç yıl önce eski felsefelerle ilgili bir kitap okurken başladı. Daha çok geleneksel astroloji üzerinde çalıştığım için yaşam ve bilgelik konusunda Yunan düşüncesi üzerinde yoğunlaştım. Bu konuşmada Stoacı felsefenin bazı temelleri ve Astroloji ile ilişkisine değindikten sonra İslam, Sufizm ve özellikle astrolojik haritasında önemli noktaları öğreten ve gösteren Rumi’nin mistik yönünden bahsedeceğim.
Çağdaş astrolojik tartışmalara bakacak olursak, daha çok kendini tanıma veya evrendeki yerimiz gibi konular üzerinde durulduğunu görürüz; aynı zamanda seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğumuzun farkındayız ve bu sayede de kendi geleceğimizi kendimiz yaratıyoruz. Astrolojimiz, Güneş yönümüzü özellikle batılı medeniyet açısından vurgular ve yaşam anlayışımız kendimizin ne kadar farkında olduğumuza ve çevremize ve irademize hakim olabilme kapasitemize dayanır. Fakat aynı zamanda bu özgürlük sorunuyla mücadele ederiz. Ne kadar özgürüz, tam bir özgürlükten bahsedebilir miyiz gibi soruların yanı sıra kendimize özgürlüğümüzle ile neler yapabileceğimizi ve yaşamlarımızda en çok arzuladığımız şey olan mutluluğu nasıl bulacağımızı da sormalıyız.
Yaşamda mutluluk, eski Yunan felsefelerindeki Stoacı düşüncenin en önemli faktörüdür. Bu önemli felsefenin kurucusu, Citium’lu (günümüzde Kıbrıs’ta yer alan bir şehir) Zenon’dur. Stoacılık’ın adı, Yunanca bir sözcük olan ve Boyalı Revak anlamına gelen Stoa Poikile’den gelmektedir çünkü Zenon konuşmalarını, boyalı revaklardan oluşan Atina meydanında yapardı. Zenon’un genel felsefesi, zihnin huzuruna ve öz yeterliliğe dayanır. Stoacılar dünyanın organik bir varlık olduğunu, Tanrı’nın iradesiyle yaratıldığını kabul ederler ve bütün bunların, tek bir planın parçası olduğuna inanırlar. Evreni ise yaratıcı bir ateş (Pir Thecknicon) olarak görürler ve bu ateş, evrende farklı oranlarda yoğunlaşır. Şüphesiz bu ateşin en yüksek derecesi Tanrı yani Akıl’dır.
Antik Yunanlara göre, Physics (Fizik) sözcüğü, madde bilimi Physis (Tanrı’nın yarattığı - Doğa) sözcüğünden türemiştir ve Doğa olarak da tanımlanabilir. Bu da, fiziğin kendisi büyümedir ve bu nedenle bir şeyin büyüme yöntemi ve bunun uzantısı olarak da davranış ve eylemlerinin yöntemidir anlamına gelir. Başka bir deyişle, bir şeyin olduğu gibi davranmasını ve hareket etmesini sağlayan bir güç olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, her bireyin kendi physis’i (doğası) yani büyümesi ve davranışı vardır. Bu düşünce doğrultusunda kaderimiz veya yaptıklarımız, Doğa’nın veya Tanrı’nın kendisinin bir parçası olan physis’ten kaynaklanmaktadır. Aklın en yüksek seviyesi Logos (mantık) Yunanca bir sözcük olan le gein’den türemiştir ve aynı zamanda kendini ifade etmek, yaratılışın açıklanması anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla, tüm Doğa, Logos’tur (mantık) ve Logos (mantık) ilahi varlık veya Tanrı’dır.
Ahlaki açıdan Stoacı sisteme göre bir insan, mutlu ve huzurlu bir zihne sahip olmak için kendi doğasına uygun, tüm Doğa’nın bir parçası olarak hareket etmelidir ve böyle bir insanın Erdem’li davranması beklenir. Erdem kesin bir terimdir, ona sahip olan kişinin her zaman doğru olanı yapmasını gerektirir; doğru olan ise uyum içinde olmaktır ve insan, on dört yaşında birden bire ortaya çıkan nedene sahip olduğunda, ilkel dürtülerini değiştirmeye başlar ve nedenin doğanın bir hediyesi olması sebebiyle de bu değişim doğaldır. Bu nedenle İnsanoğlu, bu doğal düzenle uyum içinde olmalıdır ve mutluluk sadece bu doğru seçim yapılırsa elde edilebilir. Tüm dünya Tanrı tarafından yönetilir ve dünyadaki hiçbir şey onun iradesi dışında gerçekleşemez. Dolayısıyla iyi insan, Kader her şeyi belirlediği için ve mükemmel varlık Tanrı’nın isteği olduğu için hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğini bilerek her şeyi kabul edecektir. Romalı stoacı filozof Seneca, Tanrı’nın yardımsever olduğunu ve bu nedenle ona karşı koymanın aptalca olacağını çünkü hiçbir şeyin onun mükemmelliğini değiştiremeyeceğini savunur. Kişi gönül rahatlığı ile buna uyum sağlayabilir veya kötülük ve sefalet içinde feryat edip durabilir. Yaşamın bu şekilde kabul edilmesi, başına ne gelirse gelsin kişinin zihninin huzur içinde olmasını sağlar.
Stoacı düşünür Seneca şöyle diyor:
Kader isteyene yol gösterir, istemeyeni sürükler.
Dolayısıyla bir insan mutluluk arıyorsa, doğayla uyum içinde yaşaması gerekir. Doğa mantıklı olduğundan ve insanı yönlendirdiğinden, bazen disipline edilememiş dürtülere ters olan şeyler de kabul edilir.
Burada bahsedeceğimiz Stoacıların yaşamın kabul edilişine ilişkin savları ile Sufizm felsefesi arasında çok sayıda benzerlik bulunmaktadır. Sufizm olarak bildiğimiz akım, Suriye’de materyalist dünyaya karşı zahitlik ve Gnostik tutumların bir birleşimi olarak, Hıristiyan manastır yaşamı ile benzerlikler göstererek ve büyük olasılıkla Budist, Zoroastrian ve Hindu Gnostik teosofik öğretilerle beslenerek doğmuştur. Hıristiyan ve Sufi mistisizminde Tanrı’ya giden yol, Tanrı ile yoğun ilişki kurmaktan geçer. Sufizm’in dine bakışı Tanrı’ya saygılıdır ve Tanrı’ya ulaşmak için ruhsal olanı materyalden, kendini feda etmekten ve diğer disiplinlerden üstün tutar. Tanrı’ya ulaşmak için kullanılan kişisel yaklaşımlara çeşitli isimler verilmiştir: Zahit (çileciler), derviş (fakir), salik (ruhsal yoldaki geçici konuklar) arif (gnostik ve Sufi).
“Sufi” kelimesi, Yunanca sophia (bilgelik) sözcüğünden gelmektedir; soffe sözcüğünden veya Medine’deki caminin dışındaki yer alan ve Peygamber Muhammed’in zahit yoldaşlarının oturduğu taş banktan veya eski İslam zahitlerinin giydiği yün gömlek veya cüppelerden (suf) türemiştir. Bu açıklama en muhtemel kaynaktır çünkü Sufizm önceleri Suriye çöllerinde inzivaya çekilenlerle bağlantılıydı.
Bir çok Sufi ulema sınıfından yani mistik veya içsel bir ruhsallık geliştiren kişileri eğiten dini alimlerin sınıfından gelmektedir. Geleneklerin tersine kişinin içsel tutumuna ve eğilimlerine yoğunlaşırlar. On ikinci yüzyıldan itibaren pek çok Sufi, bir zaviyede dini ilimler üzerinde çalışmıştır. Burada aynı zamanda hukuku da (feqh) da öğrenebilirler. Genel anlamda bir Sufi zaviyesinin üyeleri oldukça sıkı bir çalışmadan geçer ve bazen dini bilgileri yanlış yorumladıklarına dair eleştirilirler.
Sufi, ruhuna hükmederek (nefs-i ammare), kişiliğinin Tanrı’nın ruhunun bir parçası olabilmesi için ölümsüz ruhunu dünyevi arzuların kirliliğinden arındırır. Batılı bilginler bu ruh halini genellikle fana yani özün yok edilmesi olarak tanımlar fakat buradaki yok etme, Budist inancındaki nirvana gibi bireysel bilincin yok edilmesi anlamını taşımaktadır. Sufiler, marifet olarak adlandırılan ve Tanrı’nın sezgisel ve deneysel anlamda algılanması anlamına gelen bir inanca sahiptir. Marifet, kuralları öğrenerek değil Tanrı’yı severek elde edilir.
Batı dünyasında en iyi bilinen Sufi şiiri olan Rumi şu şekildedir:


Aşk bakidir
Öğrenmekte değil
Bilgide değil
Sayfalarda ve kitaplarda değil...

Görüyorsun,
Hasrete taptığın
Ama sevildiğin sürece
Ve hiçbir varlık özlemez
Tahta parçaları üzerinde
Denizde sürüklenen bir adamın
Bitmeyen umut ve korkularını
Ama tahta parçaları ve denizdeki adamı
Yok ettiğinde
Geriye sadece batanlar kalır...


Ruhsal liderlerin öğrencileri için öngördüğü tapınma disiplinlerinden biri de meditatif tekrarlama veya zikr adı verilen belirli formül veya mantraların ilahi biçiminde söylenmesidir. Her eğitmenin öğrencilerine öğrettiği özel bir zikr veya mantra bulunmaktadır.
Sema töreni, genellikle zaviyede cemaate özel gerçekleştirilen, müzik veya danstan oluşan bir seremonidir. Sufiler, ruhsal yoksulluk, perhiz ve inziva ile geçirdikleri uzun yıllardan ve belirli bir mistik gelişme sağladıktan sonra sema törenine katılabilirler. Sema töreninde, Tanrı’ya daha fazla yaklaşma amacıyla mistik duygular pekişir.
Rumi haritasını Sufizm’in astrolojik bir tanımı olarak incelemeden önce hayatı hakkında bazı biyografik bilgiler vermek istiyorum.
Bir çok farklı referanslar olmasına rağmen, Mevlana Celaleddin Muhammed 30 Eylül 1207’de şu anda Afganistan’da bulunan Belh şehrinde doğmuştur. O günlerde bu şehir, Moğollar tarafından istila edilmeden önce birçok bilimin merkezi konumundaydı. Camileri, üniversiteleri ve sarayları ile ünlüydü. Ekonomik açıdan gelişmiş, iş adamlarının yoğun olarak bulunduğu, İpek yolu üzerinde bir başkentti. Erken yaşlarda babası ona “İnancın görkemi” anlamına gelen Celal al-Din ismini verdi. Batıda bilinen Rumi adı, coğrafi anlamda verilmiş bir addır çünkü kendisi Anadolu’da yaşıyordu fakat daha sonra İslami bakış açısıyla Roma anlamına geldiği düşünülmüştür. Anadolu Yarımadası, Bizans veya Doğu Roma İmparatorluğu’na aitti. Ve Araplar, Persler ve Türkler tarafından Rum’ların coğrafi bölgesi olarak biliniyordu.


rumipicture.gif


Rumi’nin babası Bahaeddin Veled idi. O dönemde bilim ve gnosis (tefekkür ve sezgi yoluyla edinilen bilgi) merkezi olan Belh şehrinin halkı, Bahaeddin Veled’e büyük bir sevgi ve saygı duyardı. Moğol istilasından dolayı Balaeddin Veled’in Belh’den ne zaman göç ettiği tam olarak bilinmemektedir. Belh’i en yakın öğrencileri, yardımcıları ve ailesini yanına alarak terk etmişti. Anadolu’da çeşitli yerlerde bir süre kaldıktan sonra Selçuk Sultanı Keykubad’ın kendisine bir haberci göndererek davet etmesi üzerine Konya’ya gelmiştir.

Göç ettiklerinde Rumi 21 yaşındaydı. Rumi, 1231 yılında 27 yaşındayken içinde büyük bir boşluk hissederek babasını kaybetti. Çünkü sadece babasını değil aynı zamanda şeyhini ve ruhsal rehberini de kaybetmişti. Daha sonra Seyyid Burhaneddin’in öğrencisi oldu ve kendisine şeyhi tarafından öğretilen Kubreviyye duaları ve metihlerini ezbere okumaya başladı. Başlangıçta Seyyid, Rumi’yi kırk gün boyunca bir odada kilitli tuttu ve inzivaya çekilmesini sağladı. Her ne kadar Rumi babası ve öğretmeni Sultanu’l-Ulema’dan çok şey öğrenmiş olsa da Seyyid Burhaneddin Tirmizi, din ve Hukuk konularında daha fazla bilgi edinmesi için Halep ve Şam’a gitmesini tavsiye etti ve şeyhinin bu isteği üzerine Rumi birkaç derviş arkadaşıyla beraber Halep’e geldi. Rumi, Anadolu’ya döndüğünde öncelikle Kayseri’ye gitti ve şeyhi Seyyid Burhaneddin’i ziyaret etti. Konya’ya birlikte geri döndüler. Dönüşlerinden birkaç yıl sonra Burhaneddin vefat etti.

Rumi, Medrese’de (üniversite) ders veriyor, gerçeği arayanlarla söyleşiler yapıyor, sorularını cevaplıyor ve bir yandan da Tanrı aşıklarına yol gösteriyor ve onları uyarıyordu. Bu şekilde Rumi, dini ilimler ve diğer bilimler konusunda babası gibi bir alimler sultanı haline geldi ve aynı zamanda Sufizm alanında da Gnostik sultanı oldu.
Rumi’nin hayatında büyük bir değişikliğe neden olacak olay yaklaşık olarak bu dönemde gerçekleşti. Tebriz’li Şemsettin Konya’ya gelmişti. Rumi, dersleriyle meşgul olan bir büyük eğitmen, ihtiyatlı bir büyük Sufi ve bir ruhsal rehber olan Tebriz’li yoksul Şems’ten fazlasıyla etkilendi. Onu, coşkulu bir Tanrı aşığına dönüştürdü. Rumi ve Şems’in birlikteliği ilahi bir aşka dönüştü; aralarında üstünlüğü inkar etmek veya hangisinin ruhsal rehber hangisinin öğrenci olduğunu anlamak imkansızdı."Ben sen oldum, sen de ben. Ben vücut, sen ruh oldun. Bundan sonra kimse benim ayrı, senin ayrı olduğunu söyleyemez."
Bu iki büyük evliyanın bir araya gelip birbirlerini gerçek Tanrı aşıkları olarak sevdiği bir gerçekti ve devamlı birlikte vakit geçirmeleri çevrelerindeki kişiler tarafından hoş karşılanmıyordu. Rumi’nin öğrencileri, müritleri, önemli imamlar ve dini adamları hatta kendi aile üyeleri bile Şems’ten nefret ediyordu çünkü Rumi’nin üzerinde büyük etkisi olan ve Şems’in sahip olduğu gerçek, sevgi ve kaderin gücünü göremiyor ve hissedemiyorlardı.

Zamanının büyük bölümünü üniversitedeki toplantı salonunda kitap okuyarak geçiren Rumi’nin bilgeliğini kitaplara yansıtmasını engelliyordu. Herkesin onu görmesine izin vermiyordu. Üniversitenin kapısında oturup Rumi’yi görmeye gelenlere, “ Yalvarmak ve minnettarlığını göstermek için ne tür bir armağan getirdin? Bana onu göster, ben de seni Rumi’ye götüreyim” derdi. Bir gün biri bu garip adama sinirlendi ve şöyle dedi: “Sen ne getirdin ki bizim bir şey getirmemizi bekliyorsun?” Şems şöyle cevap verdi: “Ben kendimi getirdim, onun uğruna başımı feda ettim.”Şems, işlerin kontrolden çıktığını ve tüm insanların ona karşı olduğunu fark ettiğinde ortadan kayboldu. Şems Konya’yı 15 Şubat 1246’da terk etti. Konya’da 15 ay ve 20 gün kalmıştı. Şems Konya’ya geri döndüğünde, kin ve nefret bir kez daha ortaya çıktı. Şems hakkındaki söylentiler tekrar başladı. Çok geçmeden yalanlar ve kışkırtmalar başladı ve kontrolden çıktı. Bu seferki kışkırtmalar çok daha ciddi boyutlardaydı. Hakaret ve tehditlere dayanacak gücü yoktu. Rumi’ye olan bağlılığı ve onda bulduğu gerçek, Şems’i ayakta tutuyordu. Birkaç kez Sultan Veled’e şöyle bir uyarıda bulunmuştu: “Bu gidişimde kimsenin izimi bulamayacağı şekilde gideceğim. Ben ortadan kaybolduktan sonra kimse izime bile rastlamayacak. ‘Kesin bir düşmanı tarafından öldürülmüş.’ diyecekler. “ Bu dedikleri gerçekleşti ve Aralık 1246’da bir Perşembe günü Şems ortadan kayboldu.

Ortadan kaybolmasından sonra Rumi gece gündüz demeden sema ediyordu ve yakarışlarını gencinden yaşlısına herkes duyuyordu. Kendisine verilen tüm altın ve gümüşleri müzisyenlere veriyor ve her şeyini hayır için bağışlıyordu. Tüm arayışlarına rağmen Şems’i bulamadığı için bütün umudunu yitirmişti. Öldürüldüğüne dair dolaşan söylentiler de kulağına gelmişti. Artık Rumi, Şems’i sağ olarak bulma umutlarını tamamen yitirmişti ve aramayı bırakmıştı. Şems’i Şam veya başka bir yerde bulamayacağını anlamıştı ve Sultan Veled’in kendisine öğrettiği şekilde onu kalbinde buldu. Onu buldu ama gözleri hala Şems gibi yürekten bir dost arıyordu. Her ne kadar ailesi, oğulları, arkadaşları, öğrencileri ve müritleri Rumi’nin etrafında olsa da içinde büyük bir boşluk ve yalnızlık hissediyordu. Şüphesiz insanların en büyük dostu Allah’tır. O, şöyle buyurmaz mı: "Nerede olursan ol, seninleyim.” (57/4). Rumi, bu gerçeği şiirlerinden birinde şöyle ifade ediyor: "Orada gizlenmiş biri var. Yalnız olduğunu sanma.”

Fakat Rumi, içindeki duyguyu paylaşabileceği ve içindekini hissettirecek Şems gibi bir Tanrı dostuna, ruhun aynasına, ruhun ufkuna ihtiyaç duyuyordu. Daha sonra Rumi ruhun aynasını, Mesnevi’nin ikinci cildinin 96. dizesinde şöyle dile getirmiş:


"Ruhun aynısı Sevilen’in yüzünden başka bir yerde değildir. Sevilen’in yüzü başka bir dünyadandır. Gerçeğin dünyasındandır. Tanrı’nın tezahürü ile kutsanmıştır.
Gözün kalbimin gözü ile görebildiği zaman, gerçeği göremeyen kalp gerçeği görmeye başlar ve onunla bütünleşir. Seni sonsuz ve evrensel bir ayna olarak gördüm. Senin gözünde kendi bedenimi ve gerçek görünüşümü inceledim.
Sonunda kendime şöyle dedim:‘Onun iki gözünde aydınlık bir yola koyuldum ve gerçeği keşfettim.’Bedenim, yansımam onun gözünden haykırdı: Ben sen oldum ve sen ben oldun. Aramızda bütünlük var. Ayrılma yok
.’”


Şems’ten sonra Rumi’nin gönül dostu, ruhunun aynası Konyalı Selahaddin oldu. Rumi, yoldaşı ve gönül dostu ile ruhsal yalnızlıktan kurtuldu. Huzur ve sükunet buldu. Selahaddin vefat ettikten sonra Çelebi Hüsameddin, Rumi’nin yoldaşı ve yardımcısı oldu. Rumi, Mesnevi’sini 1262’den itibaren bu dönemde yazmaya başladı. Bazı geceler Mesnevi’yi sabahlara kadar yazıyordu. Çelebi yorulmadan ve sıkılmadan büyük bir neşe ve coşku içinde yazmaya devam ediyordu. Rumi, yazdırma sırasındaki ruhsal mutluluk ve heyecan tüm yorgunluğunu unutturuyordu.

rumison.gif


Rumi’nin doğum haritasında yaptığım düzeltmeler, biyografisinde yer alan önemli tarihlere dayanıyor, Ben, sadece 30 Eylül 1207 tarihini kullandım ve saat 05:38’in hayatını en iyi yansıtan zaman olduğunu fark ettim. Bu çalışma sırasında sadece belirli olaylar için açı ve önemli geçişleri kullanmadım, haritasındaki sabit yıldızları da dikkate alarak doğduğu günün tamamını taradım. Her ne kadar bu saati doğrulayamasak da İstanbul’da yaşayan aile bireyleri ile de irtibata geçtim ve onlar da saat hakkında farklı bir bilgi vermediler.

Üzerinde çalıştığım tarihler şunlardı:

1) Rumi’nin 16 Ekim 1244’de Şems ile bir araya gelmesi
2) Şems’in 8 Şubat 1246’da gidişi
3) Şems’in 1 Mayıs 1247’de gelişi
4) Şems’in 15 Aralık 1247’de ortadan kaybolması
5) Rumi’nin 10 Aralık 1273’deki ölümü

Bu tarihleri takip eder ve 30 Eylül 1207 için bir harita çıkartırsak, Güneş-Neptün karşıtlığını buluruz ve babasının varlığı kadar ilişkilerin de yaşamı üzerinde çok büyük bir etki yarattığını inkar edemeyiz. Bütün bunlar dini bir bilgin olan babanın yankılarıdır ve Güneş’i ilk eve koymak yerinde olacaktır. Ayrıca, birinci evdeki Terazi burcunun Güneş ile kesişen kaderi, ilişkileri ve babasının rolü ile kaderini yansıtıyordu. Bunun yanı sıra Akrep burcundaki Venüs, Neptün’e olan nefretini ve ilişkilerindeki tutkuyu tam anlamıyla ifade ediyordu.

Belirli tarihler için önemli geçiş ve ilerlemeleri sıralamadan önce saat 05:38 için Sirius’un MC üzerinde olduğunu ve Vega’yla bir açı yaptığını gördük. Sabit yıldız Sirius bir anlamda hem yaşamının temasını hem de yanma kavramını temsil ediyordu. Bu yıldız ölümsüzlük ateşi olarak adlandırılıyordu ve bu etki altındaki birey, bütünlük uğruna fedakarlık ederek şan ve şöhret kazanıyordu. Bu, “yakıcı” bir enerji patlamasıydı. Ayrıca Vega da doğum saatinde açı yapan bir yıldızdı ve karizma ve güçlü etki yaratma özelliği vardı. Bernadette Brady’ye göre Vega, büyük bir sırrın armağanıydı. Bazı insanlar için bu, dini aktivitelerle elde edilirken kimileri de sanat ve müzikle ifade edecekti.

Burada rektifikasyon çalışmamın tamamını anlatmayacağım fakat Şems ile bir araya gelmesinin Satürn’ün yükselen derecesi üzerinden geçişine ve Şems’in ortadan kaybolmasının ekliptikte görüldüğü üzere Sirius’la kesişen Neptün’ün MC’si üzerinden geçişine denk geldiğini söyleyebilirim. Bunun yerine bu haritadaki başlıca astrolojik temaları inceleyebiliriz.


Venüs’le isteksiz (aversion) Neptün her iki ışığın karşısında 7. evde (Nep=Güneş/Ay)

Liz Grene, Neptün kitabında, Neptün’ü 7. evde olanlar için şöyle diyor,
Neptün, 7. eve girdiğinde, Cennet rüyası, bireyin korunduğu, beslendiği ve sonsuza dek koşulsuz sevildiği kusursuz bütünlük haline gelir... Başkasının kollarında kurtuluşu arayan kişi aşığı oynayabilir ve berbat bir partnerin tuzağına düşmüş zavallı adam ya da kadını “kurtarmak” adına başka insanların ilişkilerini bozabilir... Neptün 7. evdeyken, özlemlerini, düşlerini ve başkaları üzerindeki büyüsünü inceleyebiliriz

Neptün en geniş anlamda gerçek aşkı ve sevgiyi temsil ettiği için Sufizm’deki “fana” konsepti ile yakından ilişkili tek gezegendir. Fana aracılığıyla Tanrı ile bütünleşebilmek için çözülür ve egomuzu yok ederiz. Fana, evrensel Bir’le bütünleşip dar “Ben”liğimizden kurtulabilmemiz için entelektüel sınırlardan kurtulmamız anlamına gelir.

Rumi’nin haritasında Neptün sadece 7. evde değil aynı zamanda ışıklarla ters açı yapan bir konumdadır. O’nun dördüncü harmonik haritasında ki bu harita, bireyin kendini ifade ediş biçimini ve çevreyle olan mücadelesini gösterir; kişinin hayallerini sınırsız biçimde temsil eden Neptün aynı zamanda MC ile kesişmiş durumdadır. Neptün’ün karşıtlığı, başkaları aracılığıyla yok olma deneyiminin en belirgin yansımadır ki bu da Şems’in yaşamındaki rolünü en iyi şekilde ifade eder. Ayrıca evrensel aşkın simgesi olan Neptün, Akrep burcundaki Venüs yani dünyevi açıdan Aşk prensibine ters duruyor. İsteksizlik (aversion), net bir zaferin kazanılmadığı uzun süreli bir savaş olan kan davaları gibidir. Bu nedenle yaşamında sevgi yüzünden uzun süre boyunca acı çektiği sık sık görülmektedir.


Haritada hiç ateş elementi bulunmamakta
Bir kişinin doğum haritasında hiç ateş bulunmaması, o kişinin kendine inancının olmadığını ve bu özelliğe sahip kişiler aracılığıyla bu ihtiyacını gidermeye çalıştığını gösterir. Dolayısıyla Rumi’nin, Şems’in bilgeliğinden büyülenmesi ve ona bağımlı hale gelmesi, bu yaratıcı ateşe olan güçlü ihtiyacından kaynaklanmakta ve Bir ile bütünleşmiş olma duygusunu hissetmesini sağlamaktadır. Bir sufinin, Tanrı’ya açık ve tutkulu bir biçimde özlem duymadan önce ateşle özünü yok ederek Aşk ateştir demesi de oldukça ilginçtir.

Şans noktası ve din noktası yanyana
Fortuna, kişinin genel anlamdaki kaderini, talihini, alınyazısını gösterir. Rumi’nin şans noktasının din noktası ile yakından ilişkili olması şaşırtıcı değildir. Ayrıca atalarını yani babası ve köklerini anlatan dördüncü evi Oğlak burcu ve Satürn’dür. Bu da başka bir baba simgesidir ve din evi olan 9. evdedir. Babası bir din bilginiydi ve 1. evindeki Güneş ile kaderi üzerinde önemli bir etkiye sahipti.

MC Yengeç burcu, güçlü aile etkisi
Ayrıca 10. evdeki Yengeç burcu da kaderi üzerinde etkili olan aile geçmişini temsil eder. Yengeç burcu aynı zamanda insanlara karşı ilgili ve koruyucu tutumunu gösterir.

10. evde yükselen Jüpiter ve 9. evde Satürn-Kiron birleşimi

10. evde yücelme durumundaki gezegen olan Jüpiter, dini bir liderin coşkusunu, Jüpiter’in en iyi özelliklerine sahip bir insanı ve Yengeç burcundaki bilgelik ve anlayışı temsil eder. Haritada aynı zamanda 9. evde Satürn ve Kiron birleşimi onun otorite figürleri kaybı yoluyla yaşadığı (babasının ölümü, Satürn-Kiron özellikle baba figürünün açtığı yaralara işaret eder) acı ve yaralanmanın getirdiği anlayışı, olgunlaşmayı ve büyük etkiyi göstermekte.

11. evdeki Plüton, ekip çalışması ve sosyal değerler konusundaki çabalarını simgeler
Rumi’nin 11. evdeki Plüton’u, ilişkiler ve çevresinde oluşan gruplar aracılığıyla ortaya koyduğu mücadelesini ve değişimini gösterir. 1. evdeki Güneş ile altmış derecelik bir açı içindeki bu konum ona sosyal bir devrimci özelliği ve yaşadığı toplumdaki çarpıklıkları değiştirme gücü vermektedir.

Güney düğümü Uranüs ile birleşirken kuzey düğümü Kova burcunda
Plüton ile birlikte Uranüs de 11. evdedir ve güney ay düğümüyle kesişim halindedir. Burada Kova burcundaki kuzey düğümünün, 5. evdeki aşk aracılığıyla gelecekte dünyanın iyiliği için çalışan bir insan olmasını sağlaması ilginçtir. Sadece dindar ve Tanrı’ya saygılı biri değildi aynı zamanda içsel özlemlerine başkalarına aktaran bir sosyal değişim, kardeşlik ve idealler insanıydı. Bu nedenle buradaki Uranüs, Uranüs ruhu ve reformasyonu ile bağışladığı ruhsal yolculuğu da simgelemektedir.

Güneşle birlikte yükselen ve alçalan yıldız paranları ve diğerleri
Son olarak haritasındaki önemli sabit yıldız konumlarından bahsedeceğim. Balkh, Afganistan’da doğduğu gün, atalarından gelen geçmişinin, sahip olduğu özelliklerin bir armağan olarak verildiğini gösteren Canopus, Güneş ile birlikte yükselmekte olan yıldızdı. Bu yıldız, atalarımız tarafından bizlere verilen hazineyi temsil eder. Güçlü bir konumda olan Canopus, liderlik, rehberlik özellikleri ve yeni yollar denemek ve yaşamı boyunca farklı yerlere seyahat etmek konusundaki cesaretini simgelemektedir.

Güneşle birlikte alçalan yıldız Scheat’tır ve alçalan yıldız, kişinin geleceğini ve yaşamdaki ruhsal görevini belirleyen yıldızdır. Bu yıldız, ulaşılmak istenen hedefleri ve bizi motive eden yolculukları temsil eder. Sabit yıldız Scheat, öğrenme sevgisini ve geleneksel düşünceden kopma ihtiyacını simgeler. Bu yıldız düşünürlerin, filozofların ve zihin aktiviteleriyle yoğun biçimde ilgilenen insanların haritalarında her zaman görünür. Bu nedenle Rumi’nin eğitimi ve bilgisini kullanma becerisi bu yolculukta önemli bir rol oynar ve derin düşünceler içinde olmasına sebep olur. Sirius ve Vega, da düzeltmesini yaptığım haritada açı oluşturmakta. Daha önce de değindiğimiz gibi Sirius, Mısırlıların saygı duyduğu ve “Parlayan” olarak adlandırdıkları yıldızdır. Bu, hayat veren Nil ile bağlantılıdır ve büyük amellerin habercisidir. Dünyevi olanın kutsal olana dönüşmesini ve bireyin bütün için feda edilebileceğini simgeler. Böylesine güçlü bir yıldız insanları yakabilir ve bu yanma ile birlikte insanları üne kavuşturabilir.

Lir (Lyra) takımyıldızında yer alan Vega, büyü ve ilahi güçlerle bağlantılıdır. Öteki dünyayla ilişkisi olan kişiye karizma ve hitabet gücü verir. Aynı zamanda müziğin yıldızıdır ve dönen dervişlerin ruhani danslarından oluşan Sema törenlerindeki Rumi şiirlerinde de büyük bir coşku ile birlikte müziğin büyüsünü görebiliriz.
Şöhretinin doruğa ulaştığı zamanlara karşılık gelen doruktaki yıldız paranlarında, gökyüzüne ait başka birçok işaret daha bulunmaktadır. . Merkür-Betelgeuse, Ay-Canopus, Merkür Phact ve Satürn-Spika paran ilişkileri vardır. Betelgeuse, zihin açıklığı ve yaratıcılık verirken Phact, orijinal ve taraflı düşünce biçimini ve bilinmeyen gizemleri araştırma isteğini verir. Satürn-Spika sayesinde ise entelektüel fikir adamı, özüyle ilgili bilgi edinme konusunda öncü ve içsellik kazanma özellikleri edinir. Ay-Canopus, yeni felsefelerle ilgili arzularını temsil eder. Canopus, güçlü liderlik ve yeni yollar deneme cesaretini simgeleyen bir yıldızdır. Ay-Canopus bağlantısı, ruhsal ve başkalarının iyiliğini düşünme konularında liderlik özelliklerini yansıtır.

Son olarak Vindematris ise tüm bu yaratıcı çabaların toplamını temsil eder. Bu yıldız, onun haritasına Ayak ucu noktası (Nadir) paranıyla bağlıdır ve bu nedenle tüm yaşantısının dönüm noktasını gösterir. Vindematris’in insanları bir araya getirme özelliği vardır ve Güneş-Vindematris ilişkileri, yaratıcı bir güç ve yaşam için seçtiği yolun gücünü vurgular. Herkesi bağrına basan bir baba figürü gibidir.
Yine Rumi’nin deyişlerinden bir örnekle konuşmamı bitirmek istiyorum:


"Gel, yine gel, kim olursan ol, gel!
Dinsiz, ateşe tapan ya da putperest olsan da gel!
Yüz kez pişman olmuş olsan da gel,
Bizim kapımız umut kapısıdır, olduğun gibi gel."



R. Hakan Kırkoğlu
 
Üst