Nöroloji Ve Psikiyatri Açısından Cinler

aris

Kayıtlı Üye
Katılım
3 Tem 2008
Mesajlar
660
Tepkime puanı
142
NÖROLOJİ VE PSİKİYATRİ AÇISINDAN CİNLER (Haluk Akçam)

Bugünkü tıp biliminde, insanı etkilediği varsayılan tabiatüstü bir varlık grubundan sözeden hiçbir ekol yoktur. Eğer hasta kendisine cinlerin musallat olduğunu söylüyorsa, muayene sırasında bu tanımlama hastanın kişisel yorumu olarak değerlendirilir. Hasta iddiasında ısrarlı ise, cinlerin ne gibi rahatsızlıklara yol açtığı sorulur kendisine. Ama, hekim tarafından cin tasviri altında ne gibi etkenler bulunduğu irdelenirken, insan veya hayvandan farklı bir evolüsyona tabi herhangi bir şuurlu varlık kavramına yer verilmez. Hastanın bu yorumunun çoğu kez boş inançlarla bezenmiş zihinsel şartlanmalarına bağlı idrak yanılmalarından kaynaklandığı varsayılır. Aslında bu teşhis, ilgili vaka sayısının çoğunda doğrudur ve ayrıca cin gibi başka bir varlığın etkisini dikkate almaksızın yapılan tedaviden de olumlu sonuç elde edilebilmektedir.

Tıp biliminin bugünkü disiplini içinde uygulanan tedavi yöntemlerine olumlu cevap vermeyen hastalıklar karşısında ise - ki, bunlar nadir görülmekle birlikte, çeşitlilik açısından yabana atılmayacak kadar fazladır - hemen cinlerin marifetinden söz etmek yerine, yeni klinik araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlara göre teşhisde bulunmanın daha isabetli olacağı düşünülür. Buna mukabil, bazen öyle vakalarla karşılaşılmaktadır ki, tıp dışı yöntemlerle alınan sonuçlar, ilk bakışta bu cin masalında sanki bir gerçek payı varmış gibi yorum yapmaya zorlayabilmektedir hekimi.

Mesela, etiyolojisi henüz bilinmeyen bir trigeminal nevralji vakasında duyulan ani şid­detli ağrı ve gözün yaşararak şişip kapanmasıyla yüzde görülen spazmın giderilmesi için carbamazepine tedavisi veya gangliona alkol enjeksiyonu gibi müdaheleler yerine, bazen hastanın nefesi kuvvetli bir hocaya okutturulması ile daha iyi sonuçlar alındığını ben bizzat müşa­hede ettim. Ancak, bu gibi olayları bir uzman gözü ile incelediğinizde, hastanın üzerinde etki­li olduğu varsayılan nefes veya okuma sayesinde kaçışan cinlerin nasıl da korktuğunu hayretle anlatmak yerine, hastanın ruh haline bağlı daha komplike ama aynı zamanda akla daha yatkın başka bir yorumun da yapılabileceğini görebilirsiniz.

Diğer bir örnek olarak, oldukça sık rastlanan ve “cin çarpması” diye intikal eden epilep­si vakalarını ele alabiliriz. Halk arasında “sara” olarak bilinen epileptik vaka grubunda, beyin fonksiyonlarında aniden ortaya çıkıp gelişen ve yine birdenbire kaybolan paroksismal bir rahatsızlık görülmektedir. Klasik tablosunda şuur kaybı, tonik spazm ve klonik konvülsiyonlar olan epilepsi, netice itibarıyla bir semptomdur ve hastanın uzman olmayan kişilerce müşahedesinde sanki bilinmeyen bir varlığın saldırısına uğradığı zannedilebilir. Fizyolojik açıdan ise, epilepsi, kontrol dışı nöral deşarjlar şeklinde meydana geldiğinden, psikokimyasal düzeyde yeterince incelenebilmektedir. Bu sayede, tedavi amaçlı müdahelelerin çoğunda - intrakranial tümörler ve lobektomi gerektirenler dışında - kimyasal ajan kullanımı olumlu sonuçlar vermektedir.

Burada epilepsinin patogenesisi ve etiyolojisi üzerinde durarak konu dışına çıkmak istemiyorum. Ancak, gerek idiopatik, gerekse semptomatik epilepside; incelenen objenin fizik beden olması yüzünden, sonuçta vakanın sadece beden seviyesindeki belirtilerine göre seçi­len bir tedavi ile yetinildiği de unutulmamalıdır. Yani, muayyen bir norma göre kullanılmak üzere imal edilmiş bir aletin [bedenin], yapısındaki bazı arızi değişiklikler yüzünden anormal (norm dışı) çalışmaya başlaması halinde, kullanıcının [insanın] ne ölçüde o aleti kontrolü al­tında tutabileceği meselesi cevapsız kalmaktadır. Diğer yandan, korunma alanının zayıflama­sıyla, kullanıcı ile alet arasındaki iletişim kanalına nüfuz edebilen dış kaynaklı parazit tesir­lerin yaratacağı beklenmedik fonksiyonel veya ruhsal bozukluklar ile nasıl mücadele edile­ceği de haliyle bilinmemektedir. İşte bu noktada, psikiyatri disiplini dışına çıkmak zorunda kaldığımız için meseleyi daha ilerde ele alacağım.

Cin-ifrit edebiyatı ile açıklanmak istenen diğer sık görülen vakalardan biri de; obsesyonel nevroz'dur. Epilepsi benzeri vakalardaki gibi nörolojik inceleme imkanı tanımayan, yani sinir sisteminin organik veya fonksiyonel bir bozukluğu ile paralellik arzetmeyen bu nevroz tipini, bazı ekoller obsessif-kompulsif bozukluk olarak nitelerler. Tarih boyunca o kadar yaygın görülmüştür ki, Musevilerin kutsal kitaplarından (8) l.Şamuel kitabında dahi bu konu­da bir örnek vardır: M.Ö. 11. asırda yaşamış olan İsrail kralı Şaul, peygamber-kral David'in (Davud) başarılarını kıskanarak öfkeye kapılır. Bunun üzerine, Tanrı Yahweh tarafından Şaul'e kötü bir ruh musallat olur ve Şaul de bu varlığın etkisiyle şuurunu kaybederek dama­dı David'i mızrakla öldürmeye kalkışır. Ama, aklı başına gelince de yaptığına pişman olur. Fa­kat, Şaul içine düştüğü bu ruhsal bozukluktan bir türlü kurtulamaz ve öldürme saplantısına kapıldığı anlarda çalınan bir arpın nağmeleri ile biraz olsun sükûnet bulur.

İstanbul'da son onbeş sene içinde en çok karşılaştığım vaka tipi olması sebebiyle, bu nevrozla ilgili ilginç bir örnek vermek isterim. Obsesyon; çoğu kez hastanın anlamsız veya gereksiz olduğunu bildiği halde, zihninden bir türlü çıkarıp atamadığı ve genellikle emosyonel tablonun bozulduğu dönemlerde daha da rahatsız edici hale gelen fikirlerdir. Bunlar, önce çoğu kez iyi koordine edilmemiş defans mekanizmaları olarak gelişir ve sonunda ise başa çıkılmaz birer düşünce formu halinde sahibini tehdit edecek boyuta gelirler. İşte bu noktada, hastada kimlik bozukluğu intibaı veren belirtilerle karşılaşılabilmektedir.

1986 Kasım'ında gelen bir vakada (Z.U., 34, Türk, evli, kadın), uzman hekim tarafından obsessif-kompulsif bozukluk teşhisi konmuş, ancak cevap vermeyen biyolojik tedavi yönteminde ısrar edildiği için sonunda hekim ile diyalog kopmuştu. Rutin inceleme neticesinde, obsessif materyal üzerine kurulmakta olan bir parazit tesir odaklanması ile karşılaşıldı. Hastanın ifadesi şöyleydi: “Saçma olduğunu kesinlikle bildiğim halde, kocamın beni aldatacağı fikrini bir türlü kafamdan atamıyordum. Oysa, beni sevdiğinden ve evine bağlılığından son derece emindim... Zamanla bu aldatılma saplantısı garip bir karşılıklı içsel konuşma biçimine dönüştü. Önceleri sadece kendimi ikna edebilmek için içimden kendime yatıştırıcı şeyler söylerdim. Ama, daha sonra sanki başka birisi cevap veriyormuş gibi zihnimde değişik fikirlerle karşılaşır oldum. Bu durumdan korkuyorum. Çünkü, bu düşünceler bana ait değil. Ama işin garip yönü şu ki, söyledikleri doğru çıkıyor.”

Z.U., zihninde zaman zaman başka birisinin gönderdiğinden şüphelendiği mental imajlarla karşılaşıyor, bu imajların sıklaştığı dönemlerde ise başını soğuk su ile yıkadıktan sonra oksipital bölgeye sızma zeytinyağı sürmek gereğini duyuyordu. Bu uygulamanın ne maksatla yapıldığını sorduğumda ise, gülerek: “Çok saçma! Ama böyle yapmam gerektiği düşüncesinden kendimi bir türlü alamıyorum. Zaten, zeytinyağını sürünce inanılmaz bir rahatlık duyuyorum içimde”, diyordu.

Klasik psikiyatri sınırları içinde kalınsaydı, bu hastayı tepesine zeytinyağı sürülmüş bir halde uzun süre görebilirdiniz. Ancak, sistemli bir psikoanaliz ile, hastanın daha önceki bir kaçamağı ile ilgili olarak geliştirdiği suçluluk kompleksine paralel cezalandırılma ihtimali tarzında ortaya çıkan konflikt, ve bu ortamda oluşan başlangıç safhasındaki kompensatif bir kimlik bölünmesi bulundu. Psikiatrik literatürde başka türlü adlandırılamayan bu yeni oluşmuş kimlik trasesine göre, kişinin günahtan arınması için başını yıkaması ve yağ ile kendini kutsaması gerekmekteydi. Hipnoz halinde iken ortaya çıkan ve tipik Hristiyanlık öğeleri taşıyan bu açıklamaların, hastanın ne dini inançları ne de günlük yaşamındaki çevresi ile bir uyum içinde olmadığını da burada belirmek gerekir. Bu açıklamalar sırasında süje, uzun süre genç kadınların iffeti ile ilgili Ortodoks zihniyete sıkı sıkıya bağlı nutuklar da iradetmiştir. Deneyimli bir araştırıcı, elbette ki burada cinlerden ziyade geçmiş yaşamla ilgili bazı moral değerlerin ön plana çıkması veya doğrudan bedensiz bir varlığın müdahalesi ihtimali üzerinde duracaktır.

Obsesyonların yanısıra, nadir de olsa, psikiyatride bir de bahsedilmesinden pek hoşlanıl­mayan posesyon vakaları görülür. Bu konuya Jung biraz ilgi göstermiş, ama ondan başkası da el atma cesaretini bulamamıştır kendinde. Peter Blatty'nin ünlü romanı The Exorcist'in fil­me uyarlanmasından sonra insanı bıktıracak kadar ucuz taklitlerinde görülen abartılı sahnele­rin dışında, gerçekten de başka bir varlığın hakimiyeti altına girmek gibi yorumlanabilecek durumlarla karşılaşılmaktadır. Ancak bu vakaların; konversiyon, dissosyatif bozukluk, epilepsi safhası, defans mekanizması, kişilik bozukluğu gibi ayırdedici teşhisi yapıldıktan sonra üzerin­de durulması gerekmektedir.

Uygulamaya baktığımızda, bilimsel açıdan geriliği su götürmez olan Türkiye'de kayda değer ancak beş-altı tıp fakültesi olduğunu ve nörologların aynı zamanda psikiyatrist olarak da faaliyette bulunabildiğini görüyoruz. Literatür takip eden ve yeni araştırmalardan haberdar olanların sayısı ise yok denecek kadar azdır. Neticede, piyasada bulunan on-onbeş nöroleptik veya antidepresan spesiyalitenin adını ezberlemiş ve ancak bir enternist kadar psikiyatriden anlayabilen bir ruh doktoru tipi oluşmaktadır.

“Herif ----kötü söz bi daha söleme!---- ağbi! Basıcaksın Akineton'u, dayayacaksın 100'lük Melleril'i. Bak o zaman sesi çıkıyor mu!” gibi ilginç teşhis ve tavsi­yelerle; veya “Aslında batının yorumları kökünden yanlıştır. Bizim din ulemalarımız bu gibi olayların açıklamasını asırlar öncesinden yapmışlar. Bakın Anadolu'ya, batı tababetinin üstesinden gelemediği ruhsal hastalıkları, iman sahibi şeyhlerimiz bir dua ile nasıl da tedavi ediyorlar!” gibi hekimlik adına utanç duyulacak zihniyetlerle karşılaş­mış biri olarak, psikiyatri açısından Türkiye'nin önünde daha aşılması gereken büyük engeller olduğu kanaatindeyim (9). Dolayısıyla, konunun bu faslını kapatıp, yine Türkiye'de hiç barınamamış bir araştırma alanındaki cin kavramına geçmek istiyorum.
alıntı
 
Üst